1 Eylül’de Sovyet Halklarını minnetle anarken
Umut Kuruç “Barış geldiğinde, bu, despotizmin barışıydı” dememek için… 1 Eylül 1939 tarihinde Hitler Almanya’sı birlikleri, Polonya’ya saldırarak dünya tarihinin en kanlı savaşlarından İkinci Dünya Savaşı’nı başlattı. Sovyet Birliği ve diğer sosyalist ülkeler barış mücadelesini hatırlatmak amacıyla 1 Eylül’ü “Dünya Barış Günü” olarak ilan etti. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte 1 Eylül, fiilen takvimlerden Dünya Barış... View Article
Umut Kuruç
“Barış geldiğinde, bu, despotizmin barışıydı” dememek için…
1 Eylül 1939 tarihinde Hitler Almanya’sı birlikleri, Polonya’ya saldırarak dünya tarihinin en kanlı savaşlarından İkinci Dünya Savaşı’nı başlattı. Sovyet Birliği ve diğer sosyalist ülkeler barış mücadelesini hatırlatmak amacıyla 1 Eylül’ü “Dünya Barış Günü” olarak ilan etti. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte 1 Eylül, fiilen takvimlerden Dünya Barış Günü olmaktan çıkarıldı. Ne de olsa “komünizmi” çağrıştırıyordu! Yerine, BM Genel Kurulu kararıyla 2001 yılından beri 21 Eylül “Uluslararası Barış Günü”…
1 Eylül 1939 öncesinde İngiltere ve Fransa, Hitler Almanya’sının silahlanmasından ve tehdit oluşturmaya başlamasından endişe duysalar da, onu Sovyetler Birliği’ne karşı bir koz olarak düşünürken, buna dönük küçük hamleler yapıyorlar ve Sovyetler Birliği’nin ortak güvenlik çağrılarına kulak tıkıyorlardı.
29 Eylül 1938 tarihinde İngiltere, Fransa İtalya ve Almanya arasında imzalanan ve Çekoslovakya’nın Südet Bölgesi’nin Almanya’ya verilmesini öngören Münih Antlaşması, Alman faşizmini rahatlatmıştı. Antlaşmanın imzalandığı Münih Konferansı’na Sovyetler Birliği ve Çekoslovakya dâhil edilmemişti.
Çekoslavakya’dan sonra, 24 Ekim 1938’de, Alman Dışişleri Bakanı ile Polonya’nın Berlin Büyükelçisi arasında yapılan görüşmede Alman Bakan, Versailles Antlaşması ile Almanya’nın “içine düştüğü dezavantajlı durumu düzeltmesi” için Polonya’ya ültimatom verecekti.
Bu sırada Stalin, İngiltere’nin Almanya’yı Sovyetler’e karşı kışkırtmasını görüyordu. Zamansız bir saldırıyla karşılaşmamak ve Sovyet sınırlarını korumak için Almanlarla görüşmek üzere Molotov’u görevlendirecekti. 23 Ağustos 1939’da Alman-Sovyet Saldırmazlık Paktı imzalandı.
1 Eylül 1939’a böyle gelindi. Naziler Almanya, Doğu Prusya, ve Çekoslovakya sınırlarından harekete geçerek Polonya’yı kuşattı. 3 Eylül’de İngiltere, 4 Eylül’de de Fransa, Almanya’ya karşı savaş ilan etti, ancak Almanya’nın Polonya’yı işgalini durdurmak için herhangi bir adım atmadı. Sovyet Ordusu’na bağlı birlikler 17 Eylül günü Polonya’nın doğu sınırından giriş yaparak Almanların Sovyet sınırlarına yaklaşmasını engelleyecekti.
Polonya hükümeti ve yüksek komuta kademesinin Romanya’ya kaçmasıyla birlikte, Polonya küçük birlikler olarak direnmeye çalıştı. Varşova, dört gün süren bombardıman sonuncunda 5 Ekim 1939’da teslim olmak zorunda kaldı.
1 Eylül 1939’da başlayan, 2 Şubat 1943’te Stalingrad Direnişi’yle dönüm noktasına ulaşan 2. Dünya Savaşı, Nazi Almanya’sına karşı, başta Sovyet halkları olmak üzere insanlığın zaferiyle 9 Mayıs 1945’te sona erdi.
Faşizmin yenilmesi, Kızıl Ordu ve Sovyet halklarının 1941-1943 yılları arasındaki kahramanca direnişi ve ardından saldırı harekâtları ile mümkün oldu. Temmuz 1942 – Şubat 1943 arasındaki Stalingrad Direnişi ile Nazi saldırıları durduruldu. 1943 Temmuzundan itibaren 16 ay boyunca, Kızıl Ordu Batı’ya ilerleyerek Nazi birliklerini sürekli geri püskürttü ve en nihayet 21 Nisan 1945’te Berlin’e girdi.
Kızıl Ordu’yla birlikte, Sovyet partizanlarının ve halklarının topyekûn direnişi, faşizme ve emperyalist saldırganlığa karşı zaferin insanlığa armağanıdır.
İkinci Dünya Savaşı’nın bitimiyle birlikte, kapitalizmin ve emperyalizmin tahribatına karşı büyüyen işçi sınıfının gücüyle birlikte, Avrupa’nın birçok ülkesinde komünist partilerin ağırlığı artmıştı. Sovyetler Birliği’nin faşizme karşı zaferi, emperyalizm karşısındaki gücünü arttırıyordu.
ABD emperyalizmi, işçi sınıfı mücadelelerinin ve komünist partilerin artan gücünün önünü kesmek üzere “komünizm tehdidi” altındaki ülkelere mali ve askeri yardım desteği içeren Truman Doktrini ve tamamlayıcısı olan Marshall Planı’nı yürürlüğe koydu. Bu cephenin askeri ayağı olan NATO’nun 9 Nisan 1949’da Washington Antlaşması ile kurulması ile süreç bir anlamda tamamlanmış oluyordu.
NATO, bugün dünyanın en büyük, en güçlü ve en saldırgan suç örgütüdür. ABD emperyalizminin başını çektiği bu suç örgütü aynı zamanda AB savunma stratejisinin de payandasıdır.
Sovyetler Birliği’ni kuşatmak üzere Afganistan Demokratik Cumhuriyeti’ne karşı El Kaide ve Taliban’ı kuran, bu hamleyle birlikte Ortadoğu’da bitmeyen savaşların sorumlusu da bu politikalar ve uygulayıcılarıdır.
Sovyetler Birliği ve Sosyalist Blok’un dağılması sonrasında NATO’nun savaş suçlarından, dönemin açılışını yaptığı Yugoslavya’nın parçalanması, bu örgütün geliştirmiş olduğu bütün araçları tam boy seferber ettiği bir süreç olarak yürütüldü. Emperyalizm, suç örgütünün bütün yönlerini 1991-99 arasında kontrgerillası, faşistleri, dinci gerici örgütlenmeleri, diplomasisi, işgal ordusu ve sivil toplum örgütleri bu coğrafyada ortaya koyuyordu.
Bugün Türkiye’nin de içerisinde olduğu, Ortadoğu’daki emperyalist müdahaleler ve savaş, işte bu politikaların devamı olarak sürdürülüyor. Zamanında Sovyetler Birliği’ne karşı yürütülen “cihat organizasyonu” Afganistan ile sınırlı kalmadı. Bütün İslam coğrafyasından, ABD’den ve Avrupa’dan Müslümanlar da Sovyetler Birliği’ne karşı “mücahit” oldular.
ABD’nin Irak işgalinin ardından benimsediği “Şii yayına karşı Sünni ekseni oluşturma” siyaseti El Kaide’yi güçlendirdi. Irak’ta El Kaide’ye bağlı Ensar El İslam ve Irak İslam Devleti adlı örgütler, Suriye’de de silahlı militan gruplar arasında öne çıkan gruplar, Lübnan’da Hizbullah’a karşı savaşan örgütler, El Nusra ve IŞİD de El Kaide çıkışlı olduğu artık açıkça biliniyor.
“Arap Baharı” girişimlerinin, Suriye halkının anti-emperyalist mücadelesine toslamasıyla birlikte bu gruplar sahaya daha fazla sürüldü. Emperyalizm, bölgemizin emekçi halklarına kırk katır ya da kırk satırı dayatıyor. Anti-emperyalist tepkilerin büyümesini engellemek üzere sadece IŞİD vb örgütler düşman olarak gözümüze sokulurken, emperyalizmin ve onun suç aygıtı NATO’nun hamlelerinin üzeri örtülüyor. Türkiye halkı, ABD, AB ve NATO’dan medet umacak, çözüm için bu odaklara yönelecek ve bu topraklardaki bütün ilerici birikimi emperyalizme kurban edecek bir çıkışsızlığa doğru itiliyor.
Emperyalizm krizleriyle yol almaya devam ederken, tahkimatı için halklara dayattığı kendi barışıdır. Oysa, barışın dünyadaki en büyük düşmanı ideolojik, siyasi, ekonomik ve askeri yönleriyle emperyalizmin kendisidir. Bütün bu koşullar altında yükseltilecek mücadelenin şiarı asla “amasız, fakatsız barış” değildir. Bugün de dün olduğu gibi, barışın yolu, emperyalizme karşı güçlü ve etkili mücadeleden, NATO’nun dağıtılmasından geçer.
Barış için mücadele,emperyalizmin en büyük suç örgütünün NATO olduğunu ve varlığının sermaye düzeninin devamlılığına tekabül ettiğini, bu suç örgütünün AB savunma stratejisinin de payandası olduğunu, TSK’nin NATO’nun ikinci büyük ordusu olduğunu bir an bile gözden kaçırmadan büyütülmelidir.
Bugün, Sovyet halklarını faşizme karşı insanlığa armağan ettikleri zafer için minnetle anarken, Nijerya’da, Afganistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Ukrayna’da ve ülkemizde barış mücadelesinin buralardan geçtiğini asla unutmamak gerekiyor. Aksi takdirde, Romalıların bilinen sözünü tekrar eder dururuz: “Barış geldiğinde, bu, despotizmin barışıydı.”