Başdanışmanın başkanlık hayalleri

Evrim Şenöz, başkanlık sisteminin yılmaz savunucusu Yiğit Bulut'un öngördüğü tek adam yönetimini yazdı

Seçim sonrası anayasa tartışmalarının tekrar ısıtılmaya başlatıldığını bir önceki yazımızda belirtmiştik. Bu tartışmanın başat konularından biri ise başkanlık sistemi.

AKP ve Erdoğan, somut bir düzenleme göstermeden başkanlık sistemi tartışmasını bomba gibi ortaya bıraktı. Herkes bir tarafından konuyu tartışmaya çalışıyor. Oysa ki dünyada başkanlık sistemi, diğer hükümet sistemlerinde olduğu gibi yeknesak bir uygulamaya sahip değil.

Dolayısıyla, devletlerin hükümet sistemleri uygulanacak ülkenin siyasi geçmişi ve koşullarından bağımsız olmadığından bunları es geçerek yapılacak bir çıkarım boşa düşecek, bizi yanlış bir tartışmanın içine sokacaktır. İşte tam da bu noktada Türkiye’de uygulanacak/ uygulanması özlemle beklenen başkanlık sistemini, bu sistemin yılmaz savunucusu, neredeyse iki haftada bir başkanlık yazısı kaleme almayı kendine görev edinen Cumhurbaşkanı başdanışmanı Yiğit Bulut’un son birkaç yazısına bakarak anlayabiliriz.

Bulut 12 Aralık’ta yazdığı yazıda Türkiye’nin 1938-2003 arasında yaşadığı bütün sorunların temelinde; “güçsüz hükümetlerin, kudretsiz Başbakanların ve karşılarında ise güçlü yerleşik düzenin” olduğunu belirtiyor. Başkanlık sisteminde ise, başkan halkın %51 oyuyla seçileceği için “yerleşik yapıya” karşı daha güçlü bir başkan olacağını, böylece sorunlarımızın çözüleceğini söylüyor.

Bulut’un 20 Aralık yazısının bir bölümünü ise, hiçbir kelime değiştirmeden aktarmakta yarar var.

Fatih, Roma’nın duvarlarını vura vura yıktığında Roma 1100 yıl burada Dünya düzenine hükmetmişti… YIKILAN ROMA idi asla Bizans değil! Bizans’ın kalıntıları belki hala içimizde saklanıyor!

Osmanlı 700 seneye yakın dünya denklemini buradan şekillendirdi…

Geriye doğru gidersek, Osmanlı’dan önce de bu bölgeye hakim olan GÜÇ, bölge ve “periferisini” yönetti, Dünya Düzeni ile Denklemine “sözünü” geçirdi…

EN ÖNEMLİSİ; YUKARIDA ADI GEÇEN SİSTEMLER HEP LİDERLİK-BAŞKANLIK İLE YÖNETİLDİ!

Daha açık yazalım; bu yapıların ana bir unsuru vardı; iyi kurulmuş bir “kontrol-denge” mekanizması içinde öne çıkan “LİDERLİK”, bugünün diliyle; BAŞKANLIK!” 

25 Aralık günlü “Başkanlık neden tartışılmalı?” yazısında ise Bulut, “…bu ülkede istikrar şart ve bu istikrarın devamı için liderlik ve liderin tam yetkili olarak ülkeyi yöneteceği sistemsel revizyon(un) gerekli…”olduğunu vurguluyor.

Bu yazılardaki başkanlığa ilişkin söylemleri ele alıp nasıl bir başkanlık sisteminin hayalinin kurulduğunu değerlendirirken, Bulut’un yazılarında kullandığı yazım yöntemini kullanarak biz de bir sonuca ulaşalım.

Çıkarım 1: Bulut, ya Türkiye siyasi tarihini bilmemektedir ya da işine geldiği gibi yorumlamaktadır. Elbette ikinci olasılık güçlüdür. 1938-2003 arasındaki siyasi krizleri ve darbeleri parlamenter sisteme bağlamak, uluslararası sermayenin ve ülkedeki sermaye sınıfının ve elbette sınıflar mücadelesinin konjonktürel durumunu göz ardı etmeyi gerektirir. Keza, bahsi geçen dönemde çok güçlü veya zayıf askeri ya da sivil hükümetleri görmek mümkündür. Bununla birlikte, parlamenter sistemlerin yarattığı güçsüz hükümetlerin “yerleşik düzen” karşısında zayıf kaldığının ileri sürülmesi, cevaplanması gereken ABD’deki sermaye lobilerinin, siyasete müdahalesi sorusuna akla getirmektedir.

Çıkarım 2: Krallıkla, padişahlıkla yönetilen Bizans ve Osmanlı devletlerine atıf yaparak bölgeye hakim olan güç olmanın ve dünyaya sözünü geçirmenin tek yolu aslında “liderlik” yani bugünün diliyle başkanlıktır diyen Bulut, aslında istenilen yönetimin “Padişahlık, Krallık”, yani “kutsal tek adam” yönetimi olduğunu açıkça beyan etmektedir.

Çıkarım 3: Bulut’un söylediği istikrar, neo-liberal, dışa bağımlı ve gerici düzenin istikrarıdır. Ve bu düzenin istikrarı Erdoğan tek adam olduğu ve tam yetkilerle donatıldığı bir ülke ile mümkün olacaktır. Diğer taraftan, bu istikrarın Türkiye’de yaşayan halklar için hayırlı olmayacağı son birkaç aydaki gelişmelerden dahi anlaşılabilir.

Sonuç: Tam da bu sebeplerle, başkanlık sisteminin amasız ve fakatsız karşısında olmak gerekmektedir. Bu, Türkiye’de birlikte yaşamaya hala umudu olanlar, bağımsız ve eşit bir ülke özlemi çekenler, sermayeye ve gericiliğe ülkelerini teslim etmek istemeyenler için durulması gereken kırmızı çizgilerden biri olmalıdır.