Bizim barışımız: Nasıl ve nerede?
İnsanoğlunun tarih boyunca yaptığı yolculukta hiç değişmeyen temel arayışları oldu. Bu arayışların başında tüm insanların eşit, özgür ve kardeşçe yaşayacağı bir toplumsal düzen kurma yer alıyor. Her çağda insanlık bu arayışın içerisine “barış” kavramını da yerleştirerek bu tahayyülünü belirli bir kurguya oturmaya çalıştı. Öte yandan kavramların kendisi zamandan ve mekandan bağımsız, havada asılı duran bir... View Article
İnsanoğlunun tarih boyunca yaptığı yolculukta hiç değişmeyen temel arayışları oldu. Bu arayışların başında tüm insanların eşit, özgür ve kardeşçe yaşayacağı bir toplumsal düzen kurma yer alıyor. Her çağda insanlık bu arayışın içerisine “barış” kavramını da yerleştirerek bu tahayyülünü belirli bir kurguya oturmaya çalıştı. Öte yandan kavramların kendisi zamandan ve mekandan bağımsız, havada asılı duran bir biçimde bulunmazlar. Kavramların kendisi mevcut toplumsal ilişkilerin ve bu ilişkilerin doğurduğu ağların içinde bulunurlar. Bu ağları açığa çıkartmak ve toplumsal ilişkiler bütünü içerisinde değerlendirmek zorundayız.
Son günlerde artan çatışmalı ortamında etkisiyle birlikte Türkiye siyasetinde barış kavramı ön plana çıkmış durumda. Barış siyasetinin Türkiye’de oldukça eski bir tarihi bulunurken, bu kavramın zaman içinde değişimi ile birlikte ön plana çıkardığı unsurlar da değişmiştir. Reel sosyalizmin ön planda olduğu yıllarda barış siyaseti pek çok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de esas olarak emperyalist saldırganlığa karşı sosyalizm cephesinin korunması anlamına geliyordu. Reel sosyalizmin geriye çekildiği, Türkiye’de ise ulusal mücadelenin ön plana çıktığı uğrakta barış mücadelesi de bu yönde bir ivme kazandı. Dolayısıyla Türkiye’de barış siyaseti denilince uzunca bir süredir damgayı Kürt siyaseti ve Kürt sorunu vurmuştur.
Ebedi bir barış mümkün mü?
Bu işin nesnel boyutudur. Öte yandan bu boyuta bir soru eklemek gerekiyor; “Ebedi barış” mümkün müdür? Aydınlanmanın büyük filozofu Immanuel Kant, kendi çağının da etkisiyle birlikte, “Ebedi Barış Üzerine Felsefi Deneme” isimli çalışmasında geniş kesimlere sesleneceği bir kavram ortaya attı. Bu çağa damgasını vuran evrensellik arayışı, toplumsal düzenin her zerresinde kendisini göstermekle birlikte, en çok toplumsal ilişkiler boyutunda kendini göstermişti. Bununla birlikte Kant’ın bu denemesinde ön planda olan temel yaklaşım “içinde gizlenmiş yeni bir harp meselesi bulunan hiçbir anlaşma, barış anlaşması sayılamaz” diyordu.
Aydınlanma çağının önemli düşünürü Kant’ın burjuva toplumu için öngördüğü evrensellik ve bu düzenin inşa edileceği temel tutamak noktasının barış olması doğaldı. Öte yandan tarihsel akış içerisinde bu durum kapitalizmin kendi nesnel “hareket yasalarından” kaynaklı olarak böyle gerçekleşmedi. Gizli anlaşmalar, masalarda kurulan pazarlıklar ve ardından gelen savaşlar insanlığın peşini bırakmadı. Tarihin şimdiye kadar kaydettiği en kanlı savaşlar emperyalist-kapitalist sistemin paylaşım mücadelesi nedeniyle gerçekleşti.
Bununla birlikte bugünlerde yükselen çatışma ortamından böylesi bir “ebedi barış” çağrılarının yankılandığını görüyoruz. Yoksul, emekçi çocuklarının can verdiği bir ortamda silahların susmasını talep etmemenin bir yanı bulunmuyor. Bununla birlikte barış kavramını farklı biçimde ele alanlarda mevcut. Burjuva siyasal aktörlerinin “toplumsal barış” ve “istikrar” çağrıları ardı ardına gelirken, iktidarın sabık faili cemaatte benzer bir değerlendirme yapıyor. Cemaatin sözcülerinden Ekrem Dumanlı köşesinden “Her kim (ister sağ ister sol) toplumsal barışı garanti altına alarak demokratik adımlar atarsa, onu siyasi bir zafer bekliyor.” diyerek Türkiye’nin sola doğru ibresinin döneceğini söylüyor. Dumanlı bu cümlesiyle “cemaatin” sabık konumdan çıkarak “muktedir” konuma geleceği bir demokratik konsensus hayal ediyor.
Elbette her özne kendi siyasal-ideolojik formasyonu doğrultusunda siyasal-ideolojik alanı tahkim etmeye çalışır ve ona uygun söylevler geliştirir. Bu söylevin mevcut toplumsal ilişki ve zamanla bağlamının kurularak yeniden üretilmesi işi ise öznenin müdahalesinden geçer. Doğal olarak ki; “barış” gibi bir kavramı her açıdan değerlendirmek mümkündür. Öte yandan bunu yaparken, kavramın alalade ve rastlantısal bir biçimde kullanılması işlevsel olmayacaktır. Doğal olarak ki; bugün Kürt siyaseti ile AKP-TSK bloku arasında sürmekte olan çatışma ortamına nasıl gelindiği ve barış kavramının hangi içerikte yeniden üretildiğine odaklanmak gerecek.
İkinci Cumhuriyet’in Kürt sorunu üzerine
Çeşitli kesintilerle de olsa AKP’nin kurmakta olduğu İkinci Cumhuriyet rejiminin temel meşruiyet kaynaklarından birini “Kürt sorununun çözümü” vaatinden geçmektedir. Temel olarak sermaye sınıfının ve emperyalist-kapitalist sistemin yönelimlerini içeren bir proje olan İkinci Cumhuriyet’in kuruluş süreci içindeki çektiği sancıların ve gerilimlerin doğurduğu bunalım ortamının birkaç başlıkta kuruluşa ek enerji verecek bir biçimde yeniden düzenlenmeye çalışılmaktadır.
Bunlardan ilki Ortadoğu’da emperyalist-kapitalist sistemin yeni yönelimleriyle çakışan dış politika yönelimidir. Bu yönelim, geçmişte Ortadoğu’da emperyalizmin bekçiliğini üstlenen İsrail’in ve diğer aktörlerin bıraktığı boşlukların doldurulmasını içeren “yayılmacı” ve “saldırgan” bir tarzı içermektedir. İkincisi ise neo-liberal sermaye birikim rejimine uygun bir toplumsal formasyonun yaratılmasını içermektedir. Üçüncü olarak ise 1923 ile kurulan Cumhuriyet’in temel kriz başlıklarından biri olan Kürt sorununun çözümünü içermektedir. Bu çözüm temelde AKP’nin bölgedeki dış politik yönelimiyle uyumlu bir içerikte bulunmaktadır.
Böyle bir zemin üzerinden yükselen “çözüm süreci” çeşitli uğraklarda kesintiye uğrasa da bugüne değin geldi. Son içeriği açısından İkinci Cumhuriyet’in yaşadığı rejim krizinin AKP tarafından yanıtı olan başkanlık rejimine giden yolun tam ortasına kurulan “çözüm süreci” 7 Haziran seçimleri öncesinde açıklanan “Dolmabahçe mutabakatı” ile “yasal bir statüye” kavuşturulmaya çalışılmıştır. Oslo görüşmelerinden itibaren gündeme gelen çözümün“anayasal statüsü” böylece belirli açılardan uzlaşmaya varılmıştı. Öte yandan filmin burada bitmeyeceği sürecin aktörlerinden olan ve bölgeye yayılmış olan Kürt siyasetinin yaptığı hamlelerle belli oldu.
Esas olarak bir bölge sorunu haline dönüşmüş olan Kürt sorunu, aynı zamanda Ortadoğu’nun gelecekte alacağı şekil açısından da önemi artmış durumda. Dolayısıyla çözümün yalnızca Türkiye sınırları içinde kalacağı ve buradaki değişkenlerle belirleneceği beklentisi boşa düşmüştür. Rojava’da otorite boşluğundan yararlanarak iktidara gelen ve Kobane’de IŞİD çetelerine karşı savaşarak egemenlik alanlarında rüştünü ispatlayan Kürt Hareketi, buradan aldığı güçle Türkiye coğrafyasında da güç kazanmaya çalışmıştır. Dolayısıyla, bahşeden hükümran olma arzusu içinde olan Erdoğan siyaseti çözüm sürecinde tek belirleyen olmaktan çıkarak bölgede AKP’nin manevra alanını daraltan bir siyasi içeriğe doğrul evrilmiştir.
Bu noktada İkinci Cumhuriyet’in yaşadığı “rejim krizi” giderek derinleşmektedir. Belirli bir siyasal güce ulaşan, iktidarı fetheden ve geçmiş rejimi yıkarak “kurucu” mevkine çıkan AKP, toplumu ikna edecek ve egemen sınıfın istekleri doğrultusunda belirli bir noktaya evriltemediği noktada tökezlemeye başlamıştır. Tökezlediği başlıklardan biri de “çözüm sürecidir.” 7 Haziran’da tek başına iktidar olma özelliğini yitiren AKP “kurucu” özelliği yitirmemek için bölgede oluşan yeni yönelimlerin üzerine gitmeye başlamıştır.
Bölgede yeni bir dönem mi açılıyor?
Ortadoğu’da oluşan bu yönelimlerin hem emperyalist-kapitalist sistemin ekonomi-politiği açısından, hem de tarihsel yönelimleri açısından değerlendirmek gerekiyor. Uzunca bir süredir tekleme içine giren emperyalist-kapitalist sistem hiyerarşisi özellikle kriz coğrafyaları genişledikçe çatırdamaya başladı. Başını Rusya ve Çin’in çektiği çeşitli bloklaşma eğilimleri ve bu bloklaşma eğilimlerinin sınırları Ortadoğu’da kriz noktalarında devreye girmiştir. Arap Baharı süreci ile başlayan AKP tipi partilerin iktidara gelme maceraları, bu coğrafyaların toplumsal dokusuna çarparak “hayal kırıklığı” yaratmıştır.
Böylece emerpyalist-kapitalist sistemin hiyerarşisinde başı çeken ABD’de doktrin değişikliği gündeme gelmiştir. Obama’nın 2008 yılında iktidara gelişi ile birlikte “yumuşak güç” olma heveslisi ABD’nin “vekalet savaşları” vesilesiyle bu coğrafyaları belirleme olanağının sınırlarına gelinmiştir. Bu sınırla birlikte 2014-2015 yılları arasında Suriye’de meydana gelen gelişmeler, gerici terörizme karşı kavga veren PYD’nin yükselişi ve İran-Irak-Suriye hattının kararlı direnişi emperyalizmin yeni bir manevra yapmasına neden oldu. Bu yeni manevra bir yandan İran’la “nükleer anlaşmayı” içerirken, Suriye’de Esad’sız bir çözüm mümkün olmadığına” ilişkin yargıları da içeriyor.
Böylece bölgede kurulmaya çalışılan yeni “Amerikan Barışında” köşe kapmaca oynamaya çalışan AKP, seçimlerin ardından aradığı fırsatı buldu. 33 devrimcinin Suruç’ta katledilmesinin ardından, çözüm sürecinden “savaş sürecine” geçildi. Bu savaş sürecinin başlangıç noktasına iyi bir şekilde odaklanmak lazım.
Almanya’da faşizmin iktidara gelişi ile diktatörlüğünü kurması arasında geçen kısa sürede iyi planlanmış bir Reichstag yangını bulunmaktaydı. Faşist rejim tarafından “Reichstag yangını” komünistlerin üzerine yıkılmaya çalışılırken, bu yangından suçlanan Dimitrov yangının doğrudan faşistler tarafından çıkartıldığını belirtmiş ve faşizmin bu yolla “kurumsallaşmaya” çalıştığını belirtmişti.
Bu hikaye pek çok kez tekrarlanırken, planlanma açısından değil; ancak harekete geçiş noktası açısından AKP benzeri bir “açılım” gerçekleştirmiştir. Suruç katliamı ile birlikte açılan dönemde AKP “terörle mücadele konspetli” saldırısını başlattı. AKP tarafından gerçekleştirilen bu hamlenin bir boyutunu Türkiye’nin “başkanlık rejimine mahkum olduğu” konsepti oluşturken, diğer bir boyutunu da bölgede bu rejimin temel düsturu olan etkin dış politika oluşturmaktadır. Böylece AKP bölgede yitirdiği manevra alanını yeniden kazanarak “Amerikan Barışı” konseptinde masaya oturan aktör olmayı amaçlamaktadır. Ancak buradaki aktör olma çabası IŞİD’e karşı mücadele konsepti içinde ABD’ye bölgede yeni üsler verilmesi tavizini beraberinde getirirken, AKP’nin yaptığı hesaplar çarşıya uymadı ve mücadelenin odak noktasını Kürt Hareketi olarak belirlemesinin ardından emperyalist merkezlerin operasyonlara olan desteği hızla düştü.
Bu doğrultuda gerçekleştirilen saldırı hamlesinin düzen cephesi açısından iki olası sonucu bulunmaktadır. Birinci sonuç Kürt Hareketi’nin bu “Amerikan Barışı” hamlesinde zor kullanımıyla masaya oturmasıdır. Bu olasılık düşük bir ihtimal olarak görülse de, Kürt Hareketi’nin yönelimleri açısından uyumsuz bir tablo doğurmayacaktır. İkinci olası sonuç ise düzenin halkı büyük toplumsal uzlaşıya ikna etmesi yatmaktadır. Ancak bu ikinci olasılık için ise burjuva aktörlerini nefesi yetmemektedir. Bir başka deyişle, Türkiye’de rejim krizinin ve bununla ilintili olarak Kürt sorununun çözümünün düzeniçi kanala aktarılması için yeterli “ideolojik enerji” bulunmamaktadır.
Barışa dair iki yol
Böyle bir tabloda ise durumun analiziye birlikte “Ne yapılması gerekmektedir?” sorusunun da gelmesi doğaldır.Çözüme ilişkin ilk olarak odaklanılması gereken nokta düzen cephesinin bu alanda söyledikleridir. Liberallerin uzunca bir süredir her başlıkta yanlışlanmasına karşın avaz avaz çıkan seslerine dikkat etmek gerekiyor. Buradaki çaba ise bir tehlikeyi işaret etmekten çok, düzenin ve onunla ilintili olan “devlet aklının” hangi noktayı işaret ettiğine dikkat çekmeye çalışmaktadır. Liberaller AKP’nin seçim sürecinde yaşadığı sıkıntının şimdiki çatışmalı duruma açtığına işaret ederken, bundan sonra yola “kapsamlı bir reform paketi ile yola devam edilmesini” ve “çözüm sürecinin bağımlı değişken konumundan çıkartılmasını” talep ediyor.
Bununla birlikte emperyalist merkezlerin de benzer bir talep içinde olduğu görülüyor. Özellikle emperyalist merkezler bu çatışmalı ortamdan Türkiye’de yerleşmekte olan demokrasinin zarar görmesinden korkuyor. Bu merkezler de ısrarlı bir reform paketinden bahsederken, Kürt Hareketi ile AKP’nin çelişkili görünen konumlarının korunmasını talep ediyorlar. Elbette bu öneri aynı zamanda çatışma ortamına ilişkin emperyalist çözümün “basiretsizliğini” ve “zayıf karnını” da göstermektedir.
Emperyalist merkezlerin ve düzenin konuya ilişkin yaklaşımları bu biçimde şekillenirken, geriye sosyalist siyasetin ve halkın ne yapması gerektiği sorusu kalıyor. Tarihsellik ve güncelliğin basıncı arasında kalmadan bir şeyi net olarak ifade etmek gerekiyor; düzenin devrimci açıdan yadsınması, bir başka deyişle emekçi sınıfın kendi çözümü dışında herhangi bir ara uğrak bulunmamaktadır. Bugün barış siyaseti ile anlayacağımız tek bir şey vardır. İkirciksiz bir biçimde anti-emperyalist ve gericilik karşıtı mücadeledir. Hattımızı buraya kuracağız ve kurulan bu hatta hiç bir biçimde “aşamacı” yaklaşıma prim vermeyeceğiz.
Bu hattın doğal ifadesi olarak bugün saldırgan AKP rejiminin ve onun oluşturduğu “savaş bloğunun” kesin olarak karşısına durulması gerektiğini belirtmek gerekiyor. Kürt sorununda bugüne değin başvurulan baskı, imha ve asimilasyon yöntemleri tarihsel olarak yenilmiştir. Güncel olarak da yenilmek zorundadır. Bununla birlikte hattımızı ikirciksiz bir anti-emperyalizm ve gericilik karşıtlığı olarak belirlediğimize göre düzeniçi yaklaşımların her ne şekilde olursa olsun reddilmesi gerekmektedir. Kürt ve Türk emekçilerinin birliği, ortak düşmana karşı mücadelesi ve kader ortaklığı ülkemizde yaşanan sorunun çözümüne dair “yeni bir sentezi” de oluşturmaktadır.
Öyleyse yapılacak olan şey basittir. Fransız Devrimi sırasında kullanılan, 1820’li yıllarda Hessen Köylülerine Çağrı ile somutlanan ve 1848’de vücut bulan bir çağrının yinelenmesi gerekiyor. Engels’in İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu adlı eserinde aktardığı ve dönemin sermaye medyasında yer alan ifadeye göre bu çağrı şöyleydi: “Kulübelere barış, saraylara savaş! Çok geçmeden bütün ülkelerde duyulacak dehşetli bir savaş narasıdır bu. Zenginler dikkatli olsun!” Tarihten gelen bu ses şimdi güncele çarpıyor ve kendini yineliyor: “Çok geçmeden ülkeyi sarsacak tek naradır bu. Egemenler dikkatli olsun!”
Irmak Ildır