Haziran Direnişi ve 1 Kasım seçimi
03-11-2015 15:46Haziran direnişinden, 1 Kasım seçimlerine kadar ve seçim sonuçları ile oluşan tabloya yönelik değerlendirmedir.
Sınıflar mücadelesi tarihi yengi ve yenilgilerin peşi sıra sürdüğü bir dizi örnekle dolu. Fransız Devrimi’nde Jakobenlerin iki yıllık devrimci iktidarları sonrası imparatorluk dönemini yaşaması gibi. Ya da 1848 Şubat’ında gerçekleşen Devrim sonrası Haziran’da işçi sınıfının yenilgisi hatırlanmalıdır. 1905 yılında Rusya’da kurulan barikatlar “1905 devrimini” gündeme getirmişti; ancak bu devrim de yenilmiş, başta Bolşevikler olmak üzere bütün siyasal güçler ikinci raunda hazırlanmışlardı.
Ülkemiz açısından da Haziran Direnişi ile 1 Kasım seçimleri arasında yaşanan süreç bir değerlendirmeye tabi tutulmalıdır. Haziran’ın bitip bitmediği gibi tartışmaların bundan 2 ay önce yapıldığı hatırlanırsa 1 Kasım seçim sonuçları bu tartışmada belirleyici bir parametre olarak ağırlık taşıyacaktır.
Öncelikle yaşanılan sürecin kısa bir özetini yeniden gözler önüne sermek gerekiyor. 2002 yılında iktidara gelen AKP, emperyalizmin ve sermaye sınıfının çıkar ve ihtiyaçları tarafından belirlenmiş ve aynı zamanda düzende geniş bir ittifakın mutabakatıyla iktidar olmuştu. Bu yeni düzen partisi, dışarıda Ilımlı İslamcı kimlikle Neo-Osmanlıcılığa açılırken içeride ise sermaye sınıfının çıkarları için bulunmaz bir kumaş olarak Türkiye’de bir rejim değişikliğine imza atmıştır. Bu rejim değişikliğinin özünde, Birinci Cumhuriyet’in çözemediği toplumsal ve siyasal kriz başlıklarında tıkanma yaşaması bulunmaktadır. Gericiliğin toplumsal bir kriz haline gelmesi, Kürt sorununda yaşanan tıkanma, Sovyetler Birliği sonrası emperyalizmin yeni açılım politikalarına uyumsuzluk ve dünya kapitalizminin ihtiyaçları tarafından belirlenen ekonomik atalet, sermaye düzeni açısından Birinci Cumhuriyet’in temsil ettiği statükonun değişimi ile sonuçlandırılmıştır. Birinci Cumhuriyet, statükoyu, askeri vesayeti, Kürt sorununda çözümsüzlüğü, dış politikada içe kapanmayı ifade ettiği iddia ediliyordu. AKP işte böylesi bir rejimi baştan aşağı dönüştürme misyonuyla destek bulmuş ve iktidar olmuştur, nihayetinde bu iddiaları dillendirerek yaşadığımız dönüşümün kurucu unsuru haline gelmiştir.
2002-2013 arası dönem bu iktidarın kuruluş süreci olarak görülmelidir. Özellikle 2007 cumhurbaşkanlığı seçimi ve 2010 anayasa değişikliğine neden olan referandum bu kuruluş sürecinin iki önemli adımı olmuştur. Ancak İkinci Cumhuriyet rejimi kuruluş aşamasında önemli bir sorun ile karşı karşıya kalmıştır. O da, İkinci Cumhuriyet adıyla Türkiye’ye dayatılan yeni rejim, 90 yıllık Birinci Cumhuriyet’in kazanımlarını ortadan kaldırırken toplumla ve ülke gerçekliği ile uyum sorunu yaşamıştır. AKP’nin, İkinci Cumhuriyeti kendi ajandasını dayatarak kurmaya çalışması, toplumsal tepkilerin de birikmesine neden olmuş, bu tepki Haziran Direnişi ile büyük bir halk isyanına dönüşmüştür. Yaşananlar özetle, Türkiye’ye biçilen elbisenin dar gelmesi ve bir dizi noktada soruna dönüşmüş olmasıydı. Emek düşmanlığı ve gericilik iç siyasette büyük toplumsal kırılmalara ve kutuplaşmalara neden olurken dış politikada ise emperyalizmin dümen kırması, İkinci Cumhuriyet rejiminin yerleşme ve toplumsal mutabakat sorununun temel kaynağı olmuştur.
2013 yılındaki muazzam halk ayaklanması AKP iktidarına karşı büyük bir tokat anlamına gelmiştir. Bu tokatla AKP büyük bir sarsıntı geçirmiş ancak yıkılamamıştır. Sermaye düzeninin istikrar ve mutabakat arayışı ile halkın Haziran ayaklanması arasındaki açının ortaya çıkardığı bir sıkışma dönemi 2013-2015 arasındaki geçen sürecin çok kabaca tarifi olarak okunmalıdır.
Sermaye düzeni açısından en büyük tehdit ya da sorun ne İkinci Cumhuriyet ne AKP ne de Tayyip Erdoğan’dır. Bizatihi yaşanan halk ayaklanması olmuştur. Bu ayaklanmanın ortaya çıkardığı gerilim AKP’yi ve Tayyip Erdoğan’ı tartışmaların merkezine oturtmuş, düzenin ihtiyaçları noktasında yeniden yapılanma gündeme gelmiştir.
İkinci olarak ise Kürt sorununda yaşanan tıkanma, dış politikada AKP’nin izlediği çizginin emperyalizmle açı oluşturması, sermaye düzenin anayasa ihtiyacı ve yönetim biçimindeki uzlaşmazlık düzenin sıkışma noktaları olarak belirmiş, bu sıkışmanın aşılması için burjuva düzende siyasal gerilimler ve kutuplaşmalar artmıştır.
Özellikle Kürt sorununda yaşanan çatışma ortamı, toplumsal zeminde ciddi bir güvenlik ve istikrar arayışı ortaya çıkarmıştır.
Bütün bu başlıklar nesnel olarak İkinci Cumhuriyet rejiminin sıkışma noktalarını ortadan kaldıracak yeni bir yapılanmayı zorunlu kılmaktadır. Bu yeniden yapılanmanın yolunun nasıl olacağı ise düzen siyasetinin tartışma başlıklarından biri idi ve bu kilidi 1 Kasım seçimleri açmış oldu. Düzenin AKP ile devam etmesi değil, AKP ile aynı şekilde devam etmesi sorun olarak görülmeli ve bu durumun ise tek başına AKP öznelliği ile değil sürecin nesnelliği tarafından belirlendiği asla unutulmamalıdır.
Özcesi, AKP ile İkinci Cumhuriyet kurulmuş, tıkanmış ve duvara çarpmıştı. Aynısının devamı yeniden duvara çarpması anlamına gelecektir. Ne düzen ne de AKP aynısını tekrarlayacak bir davranışı ortaya koyabilir. Bu durum, İkinci Cumhuriyet rejiminin yeni bir yapılanmasını ya da başka bir ifadeyle restorasyonu gündeme getirmektedir. Bu açıdan restorasyon ya da yeniden yapılanmadan AKP’yi ya da İkinci Cumhuriyeti dışarıda bırakacak ya da yok sayacak bir tanım değil, tersine İkinci Cumhuriyet rejiminin 2010 yılına döneceği bir genel mutabakat arayışı olarak değerlendirmek en doğrusudur. İkinci Cumhuriyet rejiminin yaşamış olduğu sıkışmadan kurtulmak düzenin yeniden yapılanması ile mümkündür ve bu durum sermaye düzeninin bir dizi unsurunun da ayrıca talebidir. Örneğin, AKP ve HDP yeni bir anayasa talep etmektedir, sermaye istikrar ve barış demekte, emperyalizm dış politikada mutlak uyum istemektedir. Bütün bunlar, bugüne kadar AKP tarafından zorlanan yolun tekrarını değil, yeni bir yolun deneneceğini gösterir. İkinci Cumhuriyet, kuruluş aşamasında sıkışmış, duvara çarpmış ve krize girmişti. Düzenin yeniden yapılandırılması ihtiyacı, aynı zamanda İkinci Cumhuriyet rejiminin yerleşme sorununun temel unsurdur.
İkinci Cumhuriyet rejimi şimdi yeni bir kavşağı dönmüştür. Bu kavşak düzenin yerleşme ve mutabakat sorunu için önemli bir dönemeç olarak görülmelidir.
İkinci Cumhuriyete karşı gelişen halk ayaklanması tam da düzen tarafından bu süreçte absorbe edilmiştir. Düzen kendisini yeniden yapılandıracak, bu tepki buzdolabına kaldırılmaya çalışılacaktır. Tam da bu yüzden Haziran Direnişini sandık siyasetine bağlayan HDP çizgisi bir “restorasyoncu” güç olarak -Kürt sorunu düzenin hem kriz başlığı, hem sıkışma noktası hem de yeniden yapılanma başlığıdır demiştik- düzene dayanak haline gelmiştir. Kaldı ki HDP’nin temel derdi Haziran ayaklanmasının ortaya çıkardığı olanaklar değil Kürt sorununda çözümün hayata geçeceği bir anayasal çerçevedir. Tam da bu yüzden İkinci Cumhuriyet’in kuruluş sürecine temelden karşı çıkmayan ve hatta nesnel olarak yanında duran bir politik çizgi izlemiştir. Kürt siyasi hareketinin en önemli unsurlarından birisi olduğu artık tartışma götürmez hale gelen HDP’nin AKP karşıtı bir pozisyona oturması tam da yukarıda ifade ettiğimiz İkinci Cumhuriyet’in kuruluş sorununun bizzat kaynağı ve aynı zamanda çözümü olmasıdır.
Artık şu tezlerin mahkum edilmesi gerekmektedir: Haziran Direnişi sonrası büyük direniş kültürünün her daim süreceği, AKP karşıtı büyük bir toplumsal tepki varlığının bir sonucu olarak “halk faktörünün” asla devreden çıkmayacağı, Haziran Direnişi’nin yeni ittifaklarla AKP ile anılan “AKP rejimini” yıkacağı, AKP yıkıldıktan sonra yeni düzenin niteliğinin bu açıdan önemli olmayacağı, yaşadığımız dönemin 1848 ve 1968 dönemlerine benzediği, geniş ittifaklar kurmak gerektiği, AKP rejiminin çökmekte olduğu, zaten emperyalizmin sarsıcı krizlerle yenildiği, Ortadoğu’da seküler güçlerin emperyalizm gerilettiği ve buradan Türkiye’de devrimci bir döneme açılacağını iddia eden tezler, sanırız gündemden düşmüştür. Düşmediği iddia edilecekse bile en azından havada asılı kaldığı samimiyetle ortaya konulmalıdır. Devrimci siyaset bu türden bir inandırıcılığa ihtiyaç duyar ki siyaseti yapanların da inandırıcılığı olsun.
Haziran sonrası ortaya çıkan bu psikoloji neredeyse Türkiye gerçekliğini yok sayan, sınıfın bilinç ve örgütlülük düzeyini hesap etmeyen, egemen sınıfların siyasal maniplasyonlarının olamayacağını düşünen, kitlelerin kendiliğindenliğine kendini kaptıran bir mantık silsilesi üretmiştir. Türkiye’yi Haziran’dan önce ve Haziran’dan sonra gibi bölümlere ayıran bir siyaset tarzının nesnel yanlışlanması 1 Kasım seçimleri ile olmuştur. Haziran’ın armağanı olarak gördükleri siyaset tarzının ve sübjektivizmin aslında dünya tarihinde reformizmin ana tezleri olduğu yaşanılan psikolojiden dolayı görülememiştir. Yaşanan, reformizmin statükosundan başka bir şey değildir aslında.
Türkiye sosyalist hareketi devrimci gerçekçilik ile siyaset yürütmelidir. Ülkenin toplumsal yapısını ve siyasi güçlerini analiz etmeden ayakları havada kalan bu tezlerin 1 Kasım seçimleri itibariyle çöktüğü bir kez daha görülmüştür.
Buradaki asıl sorun ve kopuş noktası ise şudur. Muazzam Haziran Direnişi, sermaye iktidarını yıkacak tek gücün halkın örgütlü ayaklanması olduğunu bir kez daha gösterirken, bu tarihsel fırsat, düzenin sandık oyununun bir parçası haline getirilerek kaçırılmış, bu direnç düzen kanallarına akıtılarak soğutulmuştur. Haziran Direnişi, 1 Kasım’da yenilgiye mahkum edilmiştir. Bu yenilginin temel sorumluluğu ise Haziran Direnişi’ni düzen siyasetine mahkum eden siyasal hatlardan başkası değildir.
Halbuki, Haziran Direnişi’nin meşru sokak gücü diri tutulsaydı, 1 Kasım seçimlerine meşruiyet katacak bütün politikalardan uzak durulsaydı, 7 Haziran seçimlerinde sandık değil doğrudan bağımsız hat politikası izlenseydi bugün AKP’nin meşruiyeti yerle bir edilebilirdi. Kitlelerde umutsuzluk değil, umut bugün en fazla ihtiyaç duyulan olgu ise bu olguyu reformizmin ortadan kaldırdığı bir kez daha belirtilmelidir.
Başka bir yol mümkündü. Sosyalizmin bağımsız hattı, düzen karşıtı bir güç olarak bugün daha farklı bir konumu ifade edebilirdi.
1917’de Büyük Ekim Devrimine ilerleyen Bolşevikler 1905 devriminden büyük deneyimler çıkararak yola çıkmıştı. Bugün Türkiye sosyalist hareketinin üzerine düşen görev ise 1 Kasım görevlerinden yola çıkarak yola nasıl devam edeceğini samimiyetle, ikirciksiz bir biçimde ortaya koymaktır.