İslamcı faşist diktatörlüğe mi?
Düzen siyasetini belirleyen sınıflar mücadelesidir. Bu mücadele değişik boyutlarıyla ve bütün parametreleriyle ele alındığında bir yere oturtulabilir.
Bir adam kafaya taktı; mutlaka başkan olacak, ne olursa olsun bunu hayata geçirecek. Bunun için her şey mübah…
Adamlar koltuğa yapıştı. Asla iktidarı bırakmayacaklar, ne olursa olsun iktidarda kalmak için herşeyi yapacaklar, seçimlerin onlar açısından hiçbir önemi yok. Gerekirse gerici faşist çeteleri sokağa çıkarıp herkesi baskı altına alacaklar.
Çok güçlendiler, toplumun hemen her yerinde gericilik öyle bir örgütlendi ki, yakında Suriye gibi ellerinde silahlar, kesecekler bizi…
Bakın Osmanlı Ocak’larına, bakın Kırşehir’deki kitapçının yakılmasına, bakın katliamlara, bakın Kürt illerindeki sokağa çıkma yasaklarına…
Siyaset okumanın bir biçimi bu. Bu siyasi değerlendirmenin teorik olarak imkansız olamayacağını asla söyleyemeyiz. Ancak sınıflar mücadelesinin mantığı başka…
Siyasetin bu şekilde okunması biçiminin altında küçük burjuva korkular dünyası olduğunu yazmak isterim. Kaygı, güvensizlik, güçsüzlük ve bunların sonucu olarak korku… Korku hata yaptırır, telaşa kaptırır; hümanist bir tepkinin tekil tekil insanlarda ortaya çıkması normaldir, ancak bu durumun bir siyaset haline gelmesi pusulayı şaşırtır.
Bugün AKP’nin ve AKP “kurmaylarının” istedikleri belli; iktidarda kalmak, gericiliğin önünü açmak, neo-Osmanlıcılığı sürdürmek, Ortadoğu’da gerici terör örgütlerini arkadan arkaya desteklemek, başkanlığı getirmek, bunu seçimlerle olmazsa manipülasyonlarla yapmak… Bu tarz bir siyasetin provokasyonlardan ve baskıdan yararlanma içinde olacağını yazmaya gerek bile yok.
Ancak belirleyen sınıflar mücadelesi… Bu mücadelenin düzen açısından iki kritik aktörü var. Sermaye ve emperyalizm…
Bu iki aktörün çıkar ve yönelimleri hesaba katılmadan siyaseti tek başına belli bir partinin istekleri ile açıklamaktan uzak durmak gerekir. Düzen siyaseti çok parametreli ve çok aktörlü bir düzenek… Bunun mantığını anlamak, siyaseti okumanın olmazsa olmazı…
Bu açıdan seçimler sonrası nasıl bir tablo ile karşı karşıya kalacağımız sorusuna vereceğimiz yanıtta, bazı “sınırları” ortaya koymak gerek.
Örneğin Türkiye’nin toplumsal yapısı. Haziran Direnişi, rejimin dayatmalarına hayır diyen bir toplumsal direnci ortaya çıkardı. Bu direncin bugün baskıyla ortadan kaldırılacağını düşünmek çok yerinde değil. Bu dirence bugün Kürt siyasi hareketinin etkilediği geniş bir Kürt emekçi toplamını eklediğinizde, düzenin atacağı adımların sınırlarına işaret etmiş olursunuz.
Örneğin Erbil merkezli Kürt devletinin emperyalizm açısından önemi. Emperyalizm, bugün oluşmakta olan Kürt devletine hayır diyemez. Bu açıdan Türkiye’nin böylesi bir devlete karşıt bir konumda olması mümkün değil. Bu durum bugün Türkiye’nin Kürt sorunundaki politikalarını belirlediğini bilelim. Tersinden, Türkiye’nin Kürt sorunu üzerinden bir bölünme planının parçası içinde bulunduğunu düşünmek te emperyalizmin çıkarları bağlamında iki kere düşünülerek ortaya atılması gereken bir tezdir. Eğer Barzani ya da Türkiye, İrancı bir yönelime girseydi, başka senaryoları tartışmamız gerekirdi. Emperyalizm, Arap Baharı tartışmalarında, krallık ve şeriatta yönetilen Suudi Arabistan gibi ülkelere tek laf etmezken; Libya, Suriye, Tunus gibi ülkelere demediğini bırakmamıştı. Yıktılar, çünkü kendilerine bağımlı kılmak için. Bugün Türkiye’nin emperyalizmin yolundan çıkacağına dair bir beklenti içinde sanırız kimse yoktur. Hele hele AKP iktidarının böylesi bir gizli ajandası olduğunu kimse iddia etmiyorsa… AKP ile emperyalizm arasında gerilim, faz farkı, çıkarlarda tam olarak örtüşmeme gibi durumları yok saydığımız ise düşünülmesin. İkisi farklı tespitler…
Örneğin sermayenin Avrupa Birliği ile ilişkileri… Türkiye ekonomisinin yaşayacağı bir krizin Türkiye’deki herhangi bir iktidarı etkilemeyeceğini söyleyebilir miyiz?
Örneğin sermayenin çıkarlarının sürekliliği… Bu sürekliliğin devamı için yönetebilme ve istikrar sermayenin en büyük talebi. Bu durum düzen siyasetinin sınırlarından en önemlilerinden biri.
Tek başına zorla tahakküm kurmak kadar ikna da bu tahakkümün önemli araçlarından… Hatta zoru devreye sokmak için bile, zoru kullanacakları da ikna etmek gerek. Bu, düzenin ideolojik aygıtlarını ve çerçevesinin belirlenmesini gündeme getirir. Bugün AKP rejiminin, ideolojik bir kriz içinde olduğu ayrıca tespit edilmeli.
Düzen bir sıkışma yaşıyor. Bu sıkışmanın 1 Kasım seçimlerinde nasıl bir düzleme taşınacağını birlikte göreceğiz. Ancak 1 Kasım seçimlerinde kesinlik ve keskinlik beklentileri yerine düzenin istikrarsız bir döneme açılacağını veri kabul etmek en doğrusu…
Düzen siyasetini belirleyen sınıflar mücadelesidir. Bu mücadele değişik boyutlarıyla ve bütün parametreleriyle ele alındığında bir yere oturtulabilir. Yoksa sadece bir yönüyle ele alınan siyaset okumanın ciddi handikapları ortaya çıkacaktır.
Ülkemiz açısından bir yere bağlanmak istenen bir rejim sorunu ve bu rejimin kurucu partisi AKP’nin düzenle korelasyon sorunu bulunmaktadır. Bu süreç, AKP’nin ortadan birdenbire kalkacağını varsaymadan ele alınmalıdır.
Düzenin sıkışmasının açılacağı yer sıkışma noktaları olacaktır. Ancak bunun da statik bir durum olduğu düşünülmemelidir. Örneğin başkanlık sistemine sermayenin ya da emperyalizmin temelden itiraz ettiğini söyleyemeyiz. Bugün ortaya çıkmayan koşullar yarın ortaya çıktığında şaşırtıcı gelmemeli…
Beklentilerden değil gerçeklikten bakılmalı…