13 Ocak 1951 - Demokrat Parti'den komünistlere saldırı: TKP tevkifatı
TKP 1951 Tevkifatları başladı
1946’da Türkiye Komünist Partisi’nin legal siyaset yapma çabasının bir ürünü olan yasal iki sosyalist parti, (Türkiye Sosyalist Partisi ve Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi) 6 aylık faaliyet döneminden sonra Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından 16 Aralık 1946’da kapatılmış, yöneticileri tutuklanmış, aralarında Dr. Şefik Hüsnü Değmer’in de bulunduğu 45 kişi çeşitli hapis cezalarına çarptırılmıştır.
1950’de ise ezici bir oy yüzdesiyle Demokrat Parti iktidara gelmişti. Bu dönemde Demokrat Parti’nin dış politikadaki en büyük hedeflerinden biri Türkiye’yi NATO’ya sokmaktı. Demokrat Parti, tek parti döneminin alışkanlığıyla içerde kaba “anti-komünist” yoğun propagandayla kitleleri hukuk ve demokrasiden uzak tutarken; dışarıda Amerika’dan dünyaya yayılan “anti-komünist” paranoyayı birleştirip “hür dünya” ile bütünleşmek için sınır tanımayan bir çaba içindeydi. Bu durumu, 1951 Tevkifatı’nın 1 numaralı sanığı Zeki Baştımar mahkemede şöyle dile getirmişti:
“Bu dava ise doğrudan doğruya siyasi maksatla açılmış ve kanunun açıklığına rağmen yine siyasi maksatlarla askeri mahkemeye verilmiştir. Çünkü tevkifler sırasında Atlantik Paktı’na girmek için her çareye başvurmakla meşgul olan Hükümet, memleketi komünizm tehdidi altında göstermek ihtiyacında idi. Çünkü emperyalistlerin ve başta Amerikalıların gözüne girmek ve memleketi onlara cazip göstermek Hükümetin siyasi ihtiraslarına uygun düşüyordu.”
Yukarıda da görüldüğü üzere cumhuriyet hükümetleri bütün bu dönem boyunca “sol” denilence akla gelen Türkiye Komünist Partisi’ni 1920’li yıllardan sonra neredeyse sürekli denilebilecek bir şekilde; izleme, soruşturma, tutuklama, hapsetme ve sürgün yolu ile cezalandırmayı hayati önemde bir devlet politikası olarak uygulamıştır.
1951 ise bu ezme politikasının en kapsamlısıdır.
Sevim Tarı’nın İstanbul’da Marsilya’ya gidecek gemiye binerken gözaltına alınıp Sirkeci’deki Sansaryan Han’a getirilmesiyle “51 Tevkifatı” denilen TKP’ye yönelik büyük operasyon başlamıştır. Türkiye Komünist Partisi’nin Merkez Komitesi üyeleri; Dr. Şefik Hüsnü Değmer, Zeki Baştımar, Reşat Fuat Baraner, Mehmet Bozışık, Halil Yalçınkaya ve Mihri Belli ardı ardına tutuklanmışlardır.
Tutuklamalar o zamana kadar ki en geniş olanıdır ve 187 kişiyi bulmuştur.
Tutuklamalar devam ederken parti üyeleri arasında “asker kişiler de var” diyen Demokrat Parti Hükümeti çıkardığı özel bir kararnameyle, Sansaryan Hanı’ndaki İstanbul Emniyet Müdürlüğü Birinci (Siyasi) Şubesi’nin hücreler bölümünü “Ankara Garnizon Komutanlığı 2 No’lu Askeri Ceza ve Tutukevi”ne çevirmiş ve bütün tutuklular buraya konulmuştur. İşkenceli sorgular, Komünist Masası görevlisi polisler ve asker sorgucular tarafından yapılmıştır. Emniyet Müdürlüğü’nde işkence yaptıran askeri sorgu hâkimi aynı zamanda mahkemede savcılık makamında da görevlendirilmiştir. İki yıl boyunca burada işkence gören ve işkence tehdidi altında yaşayan tutuklular, daha sonra Merkez Kumandanlığı’nın Harbiye’de bulunan Ceza ve Tutukevi’ne nakledilmişler ve yargılamalar burada gizli celselerle sürdürülmüştür.
Zeki Baştımar’ın savunmasında Sansaryan Hanı’ndaki manzara şöyle anlatılmıştır:
Yalnız şunu söyleyeceğim ki, uğradığım ve aylarca devam eden maddi ve bedeni işkenceler, ancak işkence konusu olmak kabiliyetini bedenen tamamen kaybettikten sonra, doktorun müdahalesiyle sona erdi ve doktor işkencenin ağır sonuçlarını ve izlerini dokuz aylık bir tedaviden sonra giderebildi. Manevi işkenceden bahsetmeyeceğim. Çıldıranların, intihara teşebbüs edenlerin sayısı malumunuzdur. Onbir ay gazete okumaktan, kâğıda, kaleme dokunmaktan mahrum edilmiş siyasi bir tutuklu ve iki sene çığlıklar, feryatlar, iniltiler ortasında, her an işkence odasına çağrılmayı bekleyen bir insan tasavvur ediniz. Ve sonra kanunen kimsenin yirmidört saatten fazla tutulamayacağı bir yerde ve yirmidört saatten fazla kalınamayacak şekilde yapılmış bir hücrede iki sene havadan, sudan, ışıktan mahrum nasıl yaşanabileceğini düşünürseniz, işkencenin ölçüsü hakkında az çok bir fikir edinirsiniz.
Tevkifat başladığında Ceza Kanunu’ndaki “komünist propaganda ve örgütlenmeyi” önlemek için yazılmış 141. ve 142. maddelerde ceza sınırı en çok 5 yıla kadar hapisti. Demokrat Parti hükümeti tutuklamalar sürerken her iki kanunda da yaptığı değişikle hapis cezalarını idam cezasını da kapsayacak şekilde artırmıştır. Bu değişlilikten önce tutuklananlar eski kanuna tabi olurken sonradan tutuklanan sanıklar daha ağır cezalara mahkûm edilmişlerdir.
İki yıl süren sorgulama ve soruşturmadan sonra bir yıl süren dava 17 Ekim 1954 tarihinde bitmiştir.
Dava sonunda 118 kişi on yıl ile bir yıl arasında hapis cezası, ilaveten üç ile bir yıl arasında sürgün cezasına çarptırılmıştır.
1951 Tevkifatı’nda yargılananlar arasında 17 kadın bulunmaktadır.
1 Numaralı sanık Zeki Baştımar’ın cezası: “TCK’nın 141. maddesinin 1 ve 3. fıkraları gereğince on sene müddetle ağır hapis cezasıyla tecziyesine, aynı kanunun 173. maddesi uyarınca üç sene dört ay Amasya’da Emniyet-i Umumiye nezareti altında bulundurulmasına, aynı kanunun 31. maddesine göre amme hizmetlerinde müebbeden memnuiyetine, yasak kitaplarının müsaderesine, mevkufiyet halinin devamına…” karar verilmiştir.
Davada yer alan isimler arasında edebiyat dünyası ile siyasi yaşamda sonradan adlarını duyacağımız şu isimler de bulunmaktadır: Enver Gökçe, Mübeccel Kıray, Arif Damar, Ruhi Su, İlhan Başgöz, Orhan Suda, Halim Spatar, Behice Boran, Şükran Kurdakul, Nejat Özön, Vedat Türkali (Abdülkadir Demirkan), Ahmet Arif, Arslan Kaynardağ, Kemal Bekir, Muzaffer Arabul, Selçuk Uraz, Sadun Aren.
Türkiye Komünist Partisi’nin Merkez Komitesi üyesi ve Örgütlenme Sekreteri Zeki Baştımar, 1951 tevkifatından 3 yıl sonra, 1954 yılında Ankara Garnizon Komutanlığı 2 numaralı Askeri Mahkemesine 1 numaralı sanık olarak çıkarılmıştı. Zeki Baştımar’ın savunmasında yer alan ifadelerin bazı satırbaşları şöyledir:
“Bu dava yalnız Türk adli tarihinde değil, son devrin milletlerarası adli tarihinde kanun namına işlenen kanunsuzlukların türlü örnekleriyle dolu ibret verici bir sayfa teşkil edecektir…
Saf ve mutlak adalete inanmam. Adaletin bir sınıfi karakter taşıdığını biliyorum fakat, sınıfların üstünde kalmak iddiasında olan bir adaletin görünüşte tarafsız olması, ifade ettiği manaya şeklen uyması gerekir. Kanun, menfaatlerini koruduğu sosyal sınıfın elinde ilk önce bu sınıfın kendisinden hürmet görmesi gereken bir vasıtadır. Hukuk rejimi denilen şey budur. Aksi halde kanun, meşruluğunu kaybeden barbarca bir alet kertesine düşer, hukuki manada kanun olmaktan çıkar…
Memleketi bugünkü çıkmazdan kurtaracak yolun Komünist Partisi’nin gösterdiği yol olduğuna inanıyorum. Partinin teşkilat prensiplerini ve siyasi görüşlerini açıklayan yazıları yaymanın sorumluluğunu kabul ediyorum…
Savcı mütalaasında Komünist Partisi’nin “kanundışı” olduğu ve “cebir unsurunun komünizmin hususi bir maksadı” olduğu sonucuna varıyor. Bu doğru değildir. İllegal çalışmak komünistler için ne gayedir, ne de arzu edilir bir şeydir. Fakat bu memlekette komünistler buna mecbur edilmişlerdir. “Kanun dışında bırakılanlar kanunun dışında hak ararlar” sözü büyük bir gerçeğin ifadesidir… Otuz küsur yıldan beri komünistler zulmün ve terörün her türlüsünü gördüler. İçlerinde ideallerinin bedelini hayatıyla ödeyenler oldu.
Bugün peşinde koştuğumuz amaçlar nelerdir? Ne istiyoruz? Yalnız büyük toprak sahiplerine, yalnızca büyük sermayedarlara değil memleketin bütün sınıf ve tabakalarına, özellikle emekçi sınıflara eşit hak tanıyan hakiki bir demokrasinin gerçekleşmesini istiyoruz…
Sorgu hâkimi tutukluluğumun ondokuzuncu ayında karşıma, Emniyet Müdürlüğü uzmanlarına hazırlatılmış şaşırtıcı suallerle dolu 100 daktilo sayfasına yakın bir liste ile çıktı…
Savcı suçu inkâr ettiğimi söylüyor. Doğru değil. Yeryüzünde milyonlarca insanın kutsal bildiği ve peşinden koştuğu bir idealin adamı olmak bir suçsa ben bu suçu kabul ediyorum…”