İlk kez 90’lı yıllarda gazetelerin ekonomi sayfalarında bu kadar yaygın kullanımına tanık olmuştuk. Her ekonomik bunalımla beraber kullanımı da giderek artmış, farklı coğrafyalardaki aynı deneyimi de aynı şekilde nitelendirir hale gelmiştik.
Neyin mi?
“Acı reçete” kavramından söz ediyoruz. Özellikle IMF ile yapılan “stand-by” anlaşmaları sonucu krediye muhtaç olan ülkeye dayatılan “sıkı maliye politikası” hep aynı şeye neden oluyordu. Kısa vadede ülkenin borç krizi IMF anlaşmasıyla öteleniyor, ancak fatura emekçiye kesiliyordu. Sonuçta emekçilerin alım gücü azalıyor ve devlet bütçe açığını “finanse” ediyordu.
Kavram 5 Nisan 1994’te Tansu Çiller hükümetinin kararlarıyla beraber gündeme gelmişti ve 90’lı yıllar boyunca sürekli tekrar edildi. Sonrasında ise IMF politikaları devam etmesine karşın “şok doktirini” uygulanmaz oldu. “Sıkı maliye politikası” ve “genişlemeci para politikası” ile tamamlanan IMF programı 2000’lerin başında yapısal bir ekonomik politika haline geldi ve AKP tarafından “değişmesi kabul edilemez” noktasına getirildi.
Acı reçete kavramı ise büyük oranda unutuldu. Dün ise bir kez daha bu kavramın hatırlandığına şahit olduk. Borsa İstanbul’da düzenlenen bir etkinlikte konuşan Cumhurbaşkanı faizlerin azaltılmasını isterken, eğer bankacılık sisteminin bu duruma müdahale etmemesi durumunda işlerin kötü gideceğini belirtti. Konuşmasını sürdüren Cumhurbaşkanı “acı ilaç mahiyetinde uygulamalar konulmak zorunda kalınır” dedi.
Cumhurbaşkanı’nın söylevinde kullanılan ifadeler dikkati önemli bir yere çekiyor. Merkez Bankası’nın “bağımsızlığı” 2000’lerin başında sermaye sınıfının önemli ekonomik hamlelerinden biri olurken, bugün “bağımsızlığın” derecesi tartışmaya açılıyor. Zira ekonomik büyümenin temel motivasyonu olan “bağımlılığın” yarattığı tahribat, iç tüketimi arttırarak giderilmeye çalışılıyor. Basit bir biçimde söyleyecek olursak, bugün ekonomik büyümenin temel motivasyonu kredi genişlemesi yoluyla “tüketim arttırıcı” bir yol üzerine kuruluyor.
Ancak işin burasını anlamak yetmez. Kullanılan acı ilaç kavramı yalnızca geçmişe dönük bir atıf değil, aynı zamanda sermaye iktidarının atacağı adımlara dönük de bir sinyaldir. Kırılganlığı muazzam derecede artan Türkiye ekonomisinin artan döviz kuru ve istihdam üretmeyen büyümesi ekonomide çanların çalmasına neden oluyor. Artan belirsizlikler ekonomide oluşacak bir eğik düzlemin faturası emekçilere kesilerek giderilmeye çalışılıyor.
* * *
Anlayacağınız “IMF zihniyeti” bugün AKP’de yaşamaya devam ediyor.
Şimdiden bunun görünümlerini rahatlıkla fark edebilirsiniz. İlk elden patronlar geçen yıl yapılan asgari ücret artışının yeterli olduğunu düşünürken, bu yıl “enflasyondan az artış” ücret artışı yapılmasını talep ediyorlar. İktidar bunun biraz üzerinde bir artışı düşünürken, reel anlamda ücretlerin bu yıl içinde gerilemesi bekleniyor.
Dahası artan işsizlik ve tüketimin arttırılmaya çalışılması emekçileri önümüzdeki yıl büyük bir borç döngüsünün altına sokacağa benziyor. Kıdem tazminatı ve varlık fonu gibi uygulamaların Mart 2017’den itibaren devreye sokulmak istenmesi de tam da bu nedenden kaynaklanıyor.
Bu noktada kapitalizmin ekonomik anlayışının ciddi bir çıkmaza girdiği görülmelidir. Yalnızca Türkiye’de değil, tüm dünyada kapitalizm son krizden sonra yeni bir model üretemedi. Model olarak öne sürülen anlayışın neo-liberal zemin üzerine kurulan Keynesyen bir anlayıştır.[1]
Ancak tıpkı Türkiye’de olduğu gibi ABD’de de bugün ekonomik dalgalanma altyapı yatırımlarıyla aşılmaya çalışılması inanılmaz bir kısır döngü yaratıyor.
Türkiye’nin bugün karşı karşıya olduğu bu tablo gerçek bir kısır döngünün varlığını göstermesiyle alakalı. Sermaye sınıfının ihtiyaç duyduğu büyüme daha sömürüye ve oluşacak maliyetlerin emekçilerin sırtına yüklenerek aşılmasıyla sağlanmaya çalışılıyor.
Bu noktada önümüze koyulacak “acı ilacın” gerçek mahiyeti kavranarak reddedilmesi gerekiyor. Ekonomik düzeydeki eğik düzlem, siyasal alandaki “başkanlık ihtirası” ile birleşince ortaya çıkan “şeyin” kabul edilemez olduğu görülmek zorunda. Üstelik ayrı kanallardan akan bu başlıkların aynı potada eritilmemesi için hiçbir engel bulunmuyor.
Sermaye iktidarının korkusu da buradan başlıyor. Tüm engelleme çabalarına ve siyasal-ideolojik kafa karışıklığına rağmen işçi sınıfının daha fazla sayıdaki bölmesinin “mücadele dinamiğiyle” bağının giderek güçlenmesi önümüzdeki dönem için önemli bir olasılık. Ancak bu olasılığın kara bulutları “kendiliğinden” dağıtmaya yetmeyeceğini bilmek gerekiyor.
* * *
O halde kara bulutlar nasıl dağıtılacak ve “acı reçete” nasıl çöpe atılacak?
Bu sorunun cevabını klasik bir sahnenin biraz hatırlanması ile mümkün olduğunu söyleyelim.
12 Eylül öncesi çekilen ve sansür kurulundan geçemediği için “bizim neslin” pek anlamadığı bir film var: Köşeyi Dönen Adam. Bu filmde geleceğini sahte umutlara bağlayan bir emekçiyi oynayan Kemal Sunal, filmin sonuna doğru ne bu umutların, ne de çevresinin kendisine bir şey verebildiğini fark eder.
Bu sırada bir iç sorgulama yaşayan Sunal “Hiç mi güveneceğimiz bir şey yok?” diye kendi kendine sorar. Tam bu sorgulama sürerken arkadan film boyunca ara sıra duyulan 1 Mayıs Marşı duyulur ve kalabalık bir “işçi topluluğunun” yürüdüğü görülür. Film, karakterimizi de içine alarak devam eden yürüyüşü gösterir ve bir pankartta yazan sloganla odaklanarak son bulur: “İşçi sınıfı partisine özgürlük!”
Bugün bu sahnenin bu kez daha gerçekçi bir biçimde gerçek yaşamda bir karşılığını yaratmak gerekiyor.
İşte o zaman, sahne oynandığında, acı ilaç da kabul edilmemiş olacak.
Notlar
[1] Emperyalist merkezlerde bu tartışma giderek yoğunlaşırken, bir dizi liberal ise bu tip ekonomik politikaların arka planını “liberal olmayan demokrasilerin” yükselişi olarak pazarlıyor. Dolayısıyla çözümün anahtarının kendilerinde olduğunu söyleyen liberaller, ekonomik politikalarda köklü herhangi bir değişimin yaşanmamasını ise değinmiyor bile. Ülkemizde de bunların çapsız muadillerinin olduğunu söylemekle yetinelim şimdilik.