ANALİZ | Topyekün bir Şii-Sünni savaşı mı?
Ortadoğu'da yaşanan ve adına uzun süre "vekalet savaşı" denen çatışmaların yayılma ve bölgesel bir savaşa kadar varma tehdidi büyüyor.
Suudi Arabistan ile İran arasındaki gerilimin tarihi bir yanı olduğu muhakkak. Ancak Kerbela’da yaşanan katliam ile kırılan bir tarihsel sürecin arkasındaki motivasyonu bir yana, günümüzde Ortadoğu’da yaşanan ve adına uzun süre “vekalet savaşı” denen çatışmaların yayılma ve bölgesel bir savaşa kadar varma tehdidi büyüyor.
Suudi Arabistan’ın, Şii din adamı Ayetullah Nemr Bakır en-Nemr’i idam etmesi ve hemen ardından Yemen’de Husilerle varılan ateşkes anlaşmasını bozması ile bir saldırıya başladı.
Bunun öncesinde, Ortadoğu’nun son yıllarına damga vuran “vekalet savaşları”, Suriye’deki cihatçı çetelerle yürütülen savaş ile başlayıp, önce Bahreyn’de ve artık Yemen’de giderek Suudi Arabistan’ın öncülüğünde emirliklerin kendi veya komşu ülkelerin Şii Arap halklarına karşı doğrudan müdahaleleri sürüyordu.
“Anti-emperyalist” Şiiler ile emperyalizmin işbirlikçisi Sünniler karşı karşıya
Tarihsel bir çatışmada tarafların bugünkü konumları ise dikkat çekici ve kafa karıştırıcı niteliklere sahip. Bir tarafta İran, merkezi Irak hükümeti, Suriye, Lübnan’daki Hizbullah, Yemen’deki Husiler gibi ana güçler etrafında toplanan Şiiler, diğer tarafta ise Amerikancı Arap emirlikleri ve Selefi-Tekfirci çeteler ile dünya çapında faaliyet yürüten cihatçı terörist örgütler bulunuyor.
Bu tabloda tarafların siyasi konumlarını belirleyen temel unsur İsrail’in bölgede var olma hakkının olup olmadığı. Şii ekseni, İsrail’in varlığına kökten karşı çıkarken, Sünniler ile İsrail arasındaki işbirliği biliniyor. Burada, İran ile ilişkileri zayıflayan Hamas farklı bir yerde dururken, Arap milliyetçiliğinin ise saflarının Şiilerle birlikte belirlendiği söylenebilir.
Bu İsrail tartışması Şii eksenine İsrail’in ABD ile olan ittifakı nedeniyle mutlak bir anti-Amerikancılık karakteri veriyor. Bunun zaman zaman ve özellikle İran’dan batıya doğru gittikçe artan ölçüde bir anti-emperyalist söyleme de sahip olduğu rahatlıkla söylenebilir. Irak’ta Amerikan işgali, Suriye’deki tarihsel Arap ulusalcılığı ve son 5 yıldır yaşanan emperyalist müdahale ile Hizbullah’ın İsrail ile doğrudan çatışıyor olması İran’ın anti-Amerikancı söylemine giderek bağımsızlıkçı ve anti-emperyalist tonun artmasına da imkan veriyor.
Kuşkusuz, bu söylemlerin, bunun anti-kapitalist olmadığı sürece gerçek bir anti-emperyalizm olmadığının altını çizmek gerekiyor. Ancak bölgede solun Şii eksenine yakınlığı da bilinmeli. Dahası, her ne kadar, dini yorumlar anlamında Şiiler daha cihatçı ve esas olarak daha gerici nitelikler sergilese de, bölgede özellikle Lübnan ve Suriye’de Hristiyanlarla olan yakınlıkları da onlara ilginç bir kültürel nitelik katıyor. Öte yandan, emirliklerin selefici/tekfirci yorumları karşısında bunu bir silah olarak da kullanıyorlar.
Suudların saldırı dalgasından önce ne olmuştu?
Bugüne dönersek, Suudların 2012’den beri tutuklu olan ve cezası 2014’te belirlenen Şii din adamı Ayetullah Nemr Bakır en-Nemr’i şimdi idam ederek yeni bir saldırıya başlamasının şaşırtıcı sayılmaması gerekiyor. Bu hamle cesur bulunabilecekse de kesinlikle şaşırtıcı kabul edilemez.
2015’in son haftasında, Rusya uçakları, Şam kırsalında bulunan İslam Ordusu komutanı Zahran Alluş ve beraberindeki 4 İslam Ordusu komutanını Doğu Guta’ya düzenlenen hava saldırısında öldürdü. ABD Dışişleri Bakanlığı, İslam Ordusu’nun IŞİD’e karşı savaşı desteklediğini iddia ederek, ordu lideri Zehran Alluş’un öldürülmesinin, Suriye’de oluşturulmaya çalışılan siyasal çözüm arayışlarını daha da karmaşık hale getirdiğini belirtmişti.
Bundan bir süre önce ise, Suudi Arabistan, IŞİD’e karşı olduğu iddiasıyla Türkiye, Mısır, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri ve Malezya’nın da aralarında olduğu 34 ülkeyi kapsayan bir İslam İttifakı kurduğunu açıklamıştı. Daha sonra, bazı ülkeler böyle bir ittifaktan haberleri olmadığını ve ittifakta yer almadıklarını da açıkladılar. Ancak ittifakın Sünnilerden oluştuğunu ve Şii İran ile Suriye’nin dışarıda bırakıldığını not etmek gerekiyor.
Bu yönüyle, Suudi Arabistan hamlelerinin bir süredir karşılıklı olarak devam eden hamlelerin devamı olduğu açık. Ancak, yine de esas olanın, Suriye’de bir çözüme ulaşılması yönünde Rusya ve ABD’nin bütünüyle anlaşmaya her zamankinden daha yakın olduğu bu dönemde 18 aylık bir takvimin bağlayıcı bir şekilde işlemeye başladığını veya en azından başlamak üzere olduğunu hatırlamak gerekiyor. Tüm bu hamlelerin, esasında bu “18 aylık takvim”in sonucunda bölgenin şekillendirilmesinden önce masada el güçlendiren zor hamleleri olduğunu bilmek gerekiyor.
Türkiye “İslam İttifakı” ile Sünni-Şii çatışmasına mı giriyor?
Türkiye’nin bu çatışmadaki rolü ise Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın iktidarı ile bağlantılı olacak. Türkiye, dış politikadaki başarısızlıklar sonrasında içerde de sıkışma yaşamış, AKP’nin tek başına iktidar yapılması için düzenlenen Kasım seçimlerinde istenen sonucun alınmasıyla tekrar bölgede hamleler yapmaya başlamıştı.
Türkiye, seçimler sonrasında, Rusya’ya ait savaş uçağını düşürmek, Musul’da IŞİD’e karşı doğrudan savaşacak bir askeri birliğin Başika’ya konuşlandırılmak, Katar’a askeri üs kurulması konusunda adımlar atmak, Suriye sınırının kapatmak, İsrail ile ilişkilerin “normalleştirilmesi” ve Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin başındaki Barzani’nin “bağımsız Kürdistan” fikrini desteklemek gibi “cesur” çıkışları, bir kaç haftaya sığdırabildi.
Suudi Arabistan’ın kurduğu ‘İslam İttifakı’nın askeri kanadında yer almayacağını açıklayan Türkiye, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Riyad ziyaretinin ardından bu kararını da değiştirdi. Henüz bir anlaşma imzalanmasa da Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, “tüm aşamalarında yer alacağız” demişti. Yine de, Erdoğan’ın ziyaretinde Suudi Arabistan Katar ile olduğu gibi askeri işbirliği isterken, Türkiye’ye göre imzalanması öngörülen anlaşmalar arasında ekonomik, enerji anlaşmaları yer almasına rağmen herhangi bir anlaşma imzalanmadı.
Erdoğan, ziyaret öncesinde Al Arabiya’ya verdiği röportajda iki ülke arasında “askerî işbirliği olacak mı” sorusuna, “Askerî, ekonomik ve kültürel bağlamda ilişkilerimiz var ve gelişme kaydediyor. Bu ziyaretle ilişkilerin büyük bir sıçrama yapacağına inanıyorum. Ortadoğu’daki gelişmelere aynı bakıyoruz. Siyasi bakışımız da aynı, askeri yönden bakışımız da aynı; bunlar oldukça önemli. Ekonomik-ticari alanda inanıyorum ki bizim Suudi Arabistan ile birlikte başaracağımız çok şey var” karşılığını vermişti.
Dahası, Erdoğan’ın her fırsatta İran, Suriye ve merkezi Irak hükümetini mezhepçilikle suçlayarak bir yandan da bu ülkelerdeki selefici/tekfirci teröristleri desteklemesi ve destekleyen emirlik rejimleriyle ilişkileri geliştirmesi dikkatlerden kaçmıyor.
Türkiye’nin Anayasa’daki laiklik hükmüne rağmen geliştirdiği bu dış politikanın hangi sonuçlara varacağını ise büyük ölçüde bölgenin ve tüm bu Sünni rejimlerin ana belirleyicisi olan ABD tarafından verilecek kararlar belirleyecek.
Bölgesel bir çatışma mümkün mü?
Öte yandan, tüm bu çatışmaların ve ittifaklar ile karşı karşıya gelişlerin temelinde stratejik bir mesele yatıyor. Şii ekseninin Basra Körfezi ile Hint Okyanusu’ndan Akdeniz’e kadarki bir şeritte kesintisiz bir birliğinin anlamı Türkiye’nin Rusya ile Şii ekseni arasında yalıtılması anlamına geliyor. Bununla birlikte, tersinden Barzani’nin “bağımsız Kürdistan’ı” ve Irak ile Suriye’den kopartılacak bir Sünni devleti ise İsrail’e karşı savaşan Suriye ve Hizbullah ile İran ve Irak’ın bağlarının kopması demek olacak. Bu stratejik mücadelenin kazanılması için her şey mümkün olabilir. Türkiye’nin Katar’a askeri üs kurması da yine bu stratejik mücadelede Basra Körfezi’nde İran’a karşı bir hamle.
Meseleyi böyle koyduğumuzda, çatışma ihtimali her an daha mümkün görünüyor. Ancak bunun bugüne kadar gelen ölçeğin daha ötesinde, büyük bir bölgesel çatışmaya dönüşmesi için bir şey söylemek için henüz erken. ABD’nin başkanlık seçiminin yapılacağı bir yılda, bölgedeki stratejik müttefikleri olan ülkeleri yalnız bırakamayacağı bir savaşa dahil olması beklentisi şu aşamada tercih edilmeyecektir. Üstelik, hızla yaygınlaşabilecek böyle bir savaşın ortada herkesin düşmanı olan IŞİD varken yaşanması da NATO ülkelerinin halklarını böyle bir savaşa ikna etmelerinin de önünde fazla sayıda engel var.
Dahası, tüm bu mücadele, son tahlilde, İran’ı ve Suriye’yi sisteme entegre etmek üzere yapılıyor, İran ile anlaşma ve Suriye’de çözüm ihtimalleri bu kadar güçlenmişken bölgede “hiç kimse”nin daha fazlasına izin vermek istemeyeceği söylenebilir.