"Devleti sıfırdan kurmak"
"Yeni Türkiye”nin sıfırdan kurulabilmesi için “sermaye egemen üretim tarzının, mutlak egemenlik kuracağı kendi mekânını üretmesi” gerekir.
15 Temmuz Amerikancı-gerici darbe girişimiyle Türkiye ve “İkinci Cumhuriyet” olarak kodladığımız sermaye düzeni, yeni bir evreye girdi. Hatırlayacağımız gibi 2010 Anayasasının kabulü ve sonrasında Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olmasıyla birlikte, 1923 Cumhuriyeti’nin adım adım ilerleyen yok ediliş süreci hız kazanmıştı. Buna karşın, aydınlanma birikiminin oldukça köklü olduğunu bildiğimiz bu topraklarda “Başkanlık” adıyla sunulan “Diktatörlük” düzeni olağan yollardan bir türlü kurulamamıştı. Diktatörlüğe giden yolun “OHAL” koşullarında kurulmaya çalıştığını söylemek de bu durumda yanlış olmayacaktır. Tam da biz komünistlerin “Başkanlık diktatörlüktür!” söyleminde olduğu gibi, Türkiye, daha bugünden Kanun Hükmünde Kararnamelerle yönetilmeye(!) başlanmış durumdadır.
Kesin saptamalarda bulunmanın hala daha erken olduğu bir dönemdeyiz ancak, içinde olduğumuz durumu anlamak için üzerinde durulması gereken birkaç olguyu da sıralamak gerekir: Birincisi; günümüzde emperyalizmin Ortadoğu’yu işgal politikalarında Suriye’nin gösterdiği direniş ve Rusya etkeniyle birlikte değişen dengeler. İkincisi; uluslararası emperyalist-kapitalist sistemde yeni kurulan dengeler ve ittifak arayışlarıyla birlikte Türkiye’nin değişmek zorunda kalan yeni rolü. Üçüncüsü; Türkiye sermaye sınıfı tarafından altı çizilerek vurgulanan “ekonomide yapısal dönüşüm” gereksinimi ve “demokrasi” arayışı. [1]
Bu noktada, 12 Eylül 1980 faşist askeri darbesinin, 24 Ocak 1980 kararlarını uygulayabilmek için yapıldığını hatırlamak; yönetsel üstyapılarının ekonomik altyapılar tarafından belirlendiği devlet aygıtlarında “OHAL veya sıkıyönetim” uygulamalarının gerçek nedenini anlamamıza yardımcı olacaktır.
Yapısal dönüşüm nasıl olacak?
“İkinci Cumhuriyet’in inşası” olarak adlandırabileceğimiz bu süreçte, emperyalizm destekli sermaye diktatörlüğünün kendinden önceki düzeni, kurumları ve devleti simgeleyen fizik-mekânlarıyla birlikte yok etmeye çalışmasının, “düzeni yok etmek” amacı taşıdığını söylemiştik. 15 Temmuz ve sonrasında yaşananların bunu doğrular nitelikte olduğunu da gördük ve son tahlilde Erdoğan’ın “devleti sıfırdan kuracağız” deyişi [2] de malumun ilamı oldu.
Öncelikle, iktidara taşınmadan önceki örgütlenme sürecinde “Egemenlik kayıtsız şartsız Allah’ındır” diyen zihniyet ile “ulusal egemenliğin simgesi TBMM”yi bombalayan zihniyet arasında herhangi bir ayrım olmadığını belirtelim. Aynı gerici ve amerikancı kökten gelen ve 35-40 yıllık bir projenin ürünü olan bu iki öznenin ideolojik bir farklılığı bulunmuyor. AKP ve Cemaat’in, Türkiye’nin bugüne gelmesinde suç ortaklığında bulunduklarını, bugün Erdoğan ve AKP’nin “aldatıldık”, “kandırıldık”, “FETÖ’cüler yaptı”, “özür dileriz” gibi çıkışlarla herşeyin sorumluluğunu Gülen Cemaati’ne atarak kendini AK’lamaya çalışmasının biz emekçiler için bir geçerliliği bulunmuyor. Ancak dilenen özürlerin ve “demokrasi” çıkışlarının “sermaye düzeninin yapısal dönüşümü” için büyük bir geçerliliği bulunuyor.
Devrimci-sosyalist siyasete içkinleşmiş “yapısal kavramlar”ın sıklıkla kullanıldığı bir dönemdeyiz. 1923 Cumhuriyeti’ne dönülemeyeceğinin net olduğu bu dönemde dillendirilen “restorasyon” kavramının da yerine oturmadığını söyleyelim. Başka bir açıdan bakıp “siyasî” sözcüğünden anladığımız biçiminde değil de “mimarî” restorasyon için, “Bir yapının aslını bozmadan onarmak, yenilemek, rehabilite etmek (iyileştirmek)” karşılığı kullanılmaktadır. Devlet kavramının da, kabalaştırarak söyleyecek olursak “yönetme erkinin kurumsal üstyapısı” olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. “Yapı” benzetişimi bizi yanlış yerlere mi götürür? Hayır. Tersine, bulanık bir görüntünün berraklaşmasına yardımcı olacaktır. Şimdi bu gözle bakıldığında; 1923 Cumhuriyeti’ne dönülmesinin zaten olanaksız olduğu bir durumda, günümüz Türkiye’si; iyileştirilip, aslı bozulmadan onarılıp yenilenebilir mi? Nesnel bir yaklaşımla bunun olamayacağını söylemekten çekinmemek gerekir. Yine yapısal benzetişimlerle söyleyecek olursak, taşıyıcı sistemi ağır hasar almış, 1’inci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası kurulan ulus-devlet modeli üzerinden düşünülecek olduğunda, bürokrasisi, yargı sistemi ve ordusu tasfiye edilmiş ve itibarsızlaştırılmış, ekonomisi ranta dayanan de-forme olmuş bir formdan (biçimden) söz ediyoruz. Geri döndürülemeyecek bir biçimsel bozulmayla karşı karşıyayken, bu biçimsel bozulmayı görmezden gelip de yeniden-biçimlendirme (re-form) arayışında olmak ise maddenin doğasına aykırı bir yaklaşım olmanın ötesine geçemeyecektir.
Bir ipucu: Yapıcılar bilirler; ekonomik ömrünü tamamlamış bir yapıya dair karar almak gerektiğinde sırasıyla şu yöntemler uygulanır. Birincisi; güçlendirme-iyileştirme maliyeti yeniden-yapım maliyetine oranla çok düşükse bu yol seçilir. İkincisi ise güçlendirme-iyileştirme maliyeti, yeniden yapım maliyetine yakın veya daha fazlaysa “yıkıp yeniden-yapmak” yoluna gidilir.
Türkiye’nin içinde olduğu durum bununla örtüşmektedir. Geçmişe dönmek, aslına uygun olarak onarımda bulunmak bugünün koşullarında tümden olanaksızdır. Erdoğan’ın da dediği gibi, devlet yapısı, yıkılıp yeniden yapılmak istenmektedir. Yıkım büyük ölçüde gerçekleşmiştir üstelik. Şimdi “yeniden yapım” sürecine girilmekte, yeni bir devlet yapısı ve onun kurumları inşa edilmek istenmektedir. Üstüne üstlük, bu inşa süreci de çoktan başlamıştır.
Tam da bu noktada kısa bir hatırlatma yararlı olacaktır.
1920’de ulusal meclisi kurulan, 1923’te Cumhuriyet ilân edilen ve bu ilk beş yılın sonunda kurumsallaşma adına büyük adımların atılmış olduğu genç Türkiye Cumhuriyeti’nde, Profesör Hermann Jansen tarafından 1928’de Cumhuriyet Başkenti Ankara’nın kent planı hazırlanmıştı. Kent planlamasının ardından modern-ulus devletin en önemli kurumlarının mekânsal üretimini de Avusturyalı mimar Profesör Clemens Holzmeister gerçekleştirmişti. Bu yapılar sırasıyla; Milli Savunma Bakanlığı, Orduevi, Çankaya Cumhurbaşkanlığı Köşkü, İçişleri Bakanlığı, Merkez Bankası, Bayındırlık ve İskân Bakanlığı (Bugünkü Çevre ve Şehircilik Bakanlığı), Yargıtay, Harp Okulu ve bugünkü TBMM. [3] Türkiye siyasî tarihinde ve toplum belleğinde zaten önemli yer tutan bu yapılar, 15 Temmuz’dan günümüze, birkaç gün içerisinde ülke gündeminde yeniden ve doğrudan yer almaya başladı. Ancak bu sefer başka bir biçimde: Ve hatta denilebilir ki, süreci tersinden okumamızı sağlayacak biçimde. Kurumsal bir yapımın değil, “kurumsal bir yıkım”ın habercisi olarak.
‘Yeni Türkiye’ sıfırdan kurulabilir mi?
“Sıfırı aramak”, tarihselliğe aykırı bir biçimde geçmişin katları üzerine inşa edilen güncelin nesnelliğinin, iz bırakmamacasına yok edilmesi anlamına gelmektedir. Söz konusu olan bir “devlet yapısı” olduğunda, bu üstyapıyı, bütün katmanları ve altyapısıyla birlikte “yok etmek ve yıkıntıyı da ortadan kaldırmak” anlamları çıkarılmalıdır.
“Yeni Türkiye”nin sıfırdan kurulabilmesi için “sermaye egemen üretim tarzının, mutlak egemenlik kuracağı kendi mekânını üretmesi” gerekir. Yapılmak istenen budur; sermaye egemenliği kendini ancak “otokratik” bir yönetimle sürdürebilecektir. Otokrasiyi somutlayabilmenin ilk adımı olarak devleti tek noktadan idare etmeye yarayacak, hava savunma sistemlerinin kurulacağının konuşulduğu bir “Başkanlık” ya da “Diktatörlük Sarayı” inşa edilmiştir ancak ötesi yoktur.
“Yeni Türkiye”nin sıfırdan kurulabilmesi için bugün yıkıntıya dönüşen ve temeli çok derinlerde olan, yurtseverlik, laiklik, ilericilik, aydınlanmacılık gibi bileşenlerden oluşan ve üstyapının donanımını oluşturan “Cumhuriyet altyapısının” da ortadan kaldırılması gerekmektedir.
“Yeni Türkiye”nin sıfırdan kurulabilmesi için sınıfsal konumlanışları aynı olan bireylerin, emekçi sınıfların üyelerinin bir arada bulunduğu tüm “yerleşke”lerin, küçük ve orta ölçekli bütün üretim mekânlarının yok edilmesi, toplama kamplarını andıran, az sayıda ve çok büyük ölçekli özel sermaye tekellerinin örgütlenmesi gerekmektedir ki böyle bir gerçeklik yoktur.
“Yeni Türkiye” sıfırdan kurulamayacaktır, çünkü “Eski Türkiye”nin hâlâ canlı olan belleğinde onbinlerin 15-16 Haziran direnişi, yüzbinlerin ‘77 1 Mayıs’ı, milyonların 2013 Haziranı’ı vardır.
“Yeni Türkiye” sıfırdan kurulamayacaktır, çünkü fabrikalarda, atölyelerde, tarlalarda, madenlerde, şantiyelerde, ofislerde, plazalarda azgın sermaye sömürüsüne boyun eğmeyen emekçiler karanlığa geçit vermeyeceklerdir.
“Yeni Türkiye” sıfırdan kurulamayacaktır, çünkü Türkiye’nin toplumsal belleğinde, ilerici, aydınlanmacı, laik ve bilimsel politeknik eğitimin gerçekleştiği, toplumsal üretimin pratik olarak uygulandığı Köy Enstitüleri vardır, geleneğimizde imece usulü ve kolektivite vardır. Geçmişimizde aydınlanmacılığın, bilimin ve akılcılığın yol gösterdiği Devlet Planlama Teşkilâtı vardır.
“Yeni Türkiye” sıfırdan kurulamayacaktır, çünkü Türkiye emekçileri, anti-emperyalizm, yurtseverlik, laiklik, ilericilik, aydınlanmacılık ilkeleri üzerine temellenen kendi üstyapılarını, Sosyalist Türkiye’yi yine kendi kollarıyla inşa edeceklerdir!