İnsan toplumunda liderlik en az kendi tarihi kadar eski bir olgu. Evrimsel gelişimin bir parçası olarak da günümüze değin korunarak gelen bir olgu. Anlaması kolay, olması zor bir olgu.
Geçmişte insan toplulukları açısından “liderlik” yalnızca bulunduğunuz topluluğun fiziksel ve kalıtsal özelliklerinin en iyisini taşıyan unsurlara atfedilirken, günümüzde bu olgu da diğer olgular gibi karmaşıklaştı. Şimdiler de “lider olmak” doğuştan gelen özelliklerin yansımasından daha çok aynı zamanda “arzulanan” ve “pazarlanan” bir şey haline geldi. Gerçekten de günümüzde liderlik tek başına doğuştan gelen özelliklerin yansıtmaktan çok, var olan topluma öncülük etmenin özel bir biçimini yansıtmaktadır.
“Kısa çağ” olarak adlandırılan 20. yüzyılın en önemli lider ve devrimcilerinden biri olan Fidel Castro’nun ölümünden sonra işte bu kavram bir kez daha tartışılır hale geldi. Fidel’in kendi toplumunun gidişatını, insanlığın tarihsel arzu ve istekleriyle birleştiren öncülük anlayışı geniş kesimlerce takdir edilse de “eleştiri yağmuruna” tutuldu. Bu “eleştiri yağmurunun” önemli bir çoğunluğu mevcut düzenin temsilcilerinden gelse de, bazıları ise kendini “muhalif” olarak tanımlayan kişiler tarafından yöneltildi.
Özetle genel eleştiri Castro’nun yöntemlerinin “demokrasiyi” dışladığı ve kurduğu rejimin özünde bir tip diktatörlük olduğuydu. Bu eleştiriyi güçlendirmek adına ise Küba’da çok partili siyasal yaşantının bulunmadığı, özel basın kuruluşlarının ve ifade özgürlüğünün yer almadığı, ülkeyi çok uzun yıllar boyunca tek başına idare ettiği gibi kanıtlar öne sürülüyor. Dahası Castro’nun kurduğu toplumun “dışarıya kapalı” olduğu için yoksul olduğu ve Castro’nun yönetimi kardeşine teslim ederek bir tür hanedanlık kurduğunu iddia edenler de var.
* * *
Her bir iddiaya ayrı ayrı cevap verildiği için yinelemek gerekmiyor. Küba’nın ambargoya uğrayan, kıt kaynaklara sahip sınırlı bir ada ülkesi olarak eğitim, sağlık, kültür gibi alanlarda yarattığı başarıları, dünya siyasetinde emperyalizme karşı duruşu geniş kesimlerce bilinmekte ve onay görmektedir. Dahası Küba’nın bugünkü lideri olan Raul’un Fidel’in kardeşi olmaktan öte devrimin kahramanlarından biri olduğu Küba’yı yakından takip edenler tarafından da bilinmekte. Ancak diğer tüm eleştirilerin basmakalıp bir içeriğe sahip olması tartışmak zorunda olduğumuz bir gerçekliği anlatıyor.
Tartışılan şey ne liderin yöntemleri, ne de Castro’nun yaptıklarıdır. Tartışılan devrim fikriyatı ve bir toplumun kendi kaderini eline almasıdır. Bunun doğal çıktısı olarak “ideal yönetim anlayışının” demokrasi olduğu algısı yaratılıyor. Bunun tamamlayıcı halkaları olarak çok partili sistem, basın ve fikir özgürlüğü, seçimler yoluyla elde edilen temsili yönetim anlayışı ve elbette mülk dokunulmazlığı açıkça ifade ediliyor. Her biri kendi içinde farklı anlamı bulunan bu halkaların tamamından gerçekte burjuva demokrasinin özel bir biçimi olan “liberal demokrasi” anlayışı türemektedir.
Tüm bu anlayışın dayanağı ise toplumun denge ve istikrar arayışı içinde bulunduğu bir özel mülkiyet sistemidir. Ancak toplumların yapısı incelendiğinde huzur ve refah arayışı asla denge ve istikrar arayışına indirgenemeyeceğini göstermektedir. Her toplumun kendi kaderini ele alışı özelinde büyük sarsıntıları ve alt üst oluşları içermektedir. Ayrıca tüm sarsıntı ve alt üst oluşun ileriye doğru bir sıçrayışa eşlik edebilmesi, tarihin akışını etkilemesi ise mutlak suretle maddi koşulların değiştirilmesiyle mümkün olabilir.
Üstelik eşitlik zemini bulunmadan sağlanacak bir demokrasinin bir aldatmacadan ibaret olduğu da iki yüzyıllık deneyimden iyi bilinmektedir. Demokrasinin merkezi olarak pazarlanan ABD ve Avrupa’da geniş kesimlerin siyasette temsil edilmediği, siyasetin bir tür “üstünlerin oyun alanı” olarak var olduğu iyi bilinmektedir.
Yakın zamanda gerçekleşen ABD seçimleri bu durumun nadide bir örneğidir. Zenginlere karşı gene zenginlerin sesi olan Hillary ile gene zenginlerin en yalın halini yansıtan Trump’ın yarışı ne halkın kendi kendine yönetmesine örnektir, ne de halkın temsiliyetine bir örnektir. Kendi içinde bile eşitsizliği temsil eden, tutarsız olan bir sistem mi “özgürlüğün temsilcisidir”?
Elbette, hayır. Küba’nın toplumsal sistemi ve örgütleniş biçimi başkadır ve asla burjuva demokrasisi ölçütleriyle kıyaslanamaz. Halkın eşitliğini ve maddi koşulların değişimini hedeflemeyen bir demokrasi anlayışı olsa olsa eşitsizliklerin üzerinde bir örtü çekme çabasıdır.
Küba bu örtüyü 1959 yılında emperyalizme karşı bağımsızlığını sağlayarak yırtıp atmıştır.
* * *
Ancak bu liberal tasallutun günümüz toplumunda ve özellikle de ülkemizde yabana atılmayacak bir karşılığının olduğu unutulmamalı. AKP karşıtı kesimleri paralize eden “demokrasi budalası” anlayış meşruiyet kaynağını yalnızca seçimlerde arar. Eğer seçimler sonucunda ortaya çıkacak tablo sistem içi dengeleri zorlamıyor ve “demokratik parlamenter rejim” devam edebilme mekanizmalarına sahipse, bu kesimler için geriye kalan tek şey “rakibine saygı duymak” oluyor.
Saygı önemli bir erdem ancak siyaset futbol değil ki; kazanan ve kaybedenle anlamlı hale gelsin. Siyaset toplumun yönetilme kaynaklarını ortaya çıkaran bir mücadele alanıdır. Dolayısıyla örneğin bugün AKP’ye karşı aranan “ideal demokrasi” anlayışı boşa kürek çekmekten ibarettir. Dahası insanlığın eşitlik ve özgürlük arayışına denk düşmeyen her türlü siyasal anlayışın gidebileceği en ileri nokta “erdemli olma” halidir.
Erdemlere ihtiyacımız var ama insanlığın ilerlemesine de öyle…
Dolayısıyla bu ilerlemenin bugün emperyalizme karşı mücadele ve eşitlik arayışıyla buluşturulması gerekmektedir. Bu açıdan bakıldığında Fidel’in Küba’sı yeryüzündeki cenneti değil, bizatihi o arayışın en ileri mevzisini oluşturmaktadır.
Günümüz koşullarında ülkemizin içine düştüğü mutsuzluk çemberinden kurtulması için benzer bir arayış içine girmek gerekiyor. Bir başka şekilde ifade etmek gerekirse ikirciksiz bir eşitlik istemine, kendi kaderini memleketin kaderiyle birleştirme iradesine ve insanlığın tarihsel birikimine yaslanma arzusuna sahip olanlar bu çemberi kırabilirler. Diğer türlüsü “yine bize hüsran” ve “yine bize keder” nakaratının tekrarlanması anlamına geliyor.
Hüsran ya da kederle boğulmak yerine Fidel’in yaptığı gibi mücadeleye sarılmak gerekiyor. Düzenin içine düştüğü bunalım ve egemenlerin bu durumu “liberal demokrasinin çöküşü” olarak yorumlayışı bugünkü bakışın da nereye odaklanması gerektiğini anlatıyor. Toplumların yönsüzlüğü ve çıkışsızlığı bu tabloyu değiştirmek isteyenlere ders olmalıdır.
Bu derse ise iyi çalışmak lazım; çünkü tıpkı Çehov’un da söylediği gibi “bizi çalışmak, çalışmak, çalışmak kurtarır.”
Çalışırken de gene eski bir formül aklımızın köşesinde bulunsun ve çıkan problemlerin çözümünde anahtar olarak kullanılsın: Ya ilerleme ya gerileme…
Gerilemeyin, ilerleyin…
Bu haber en son değiştirildi 2 Aralık 2016 19:45 19:45
Şahin, " Bilinmelidir ki RTÜK sansür kurumu değildir. Anayasamız net bir hükümle sansürü yasaklar" ifadelerini…
Dokuzuncu olağan kongresini gerçekleştiren Saadet Partisi'nde genel başkanlık için Kayseri milletvekili Mahmut Arıkan ile İstanbul…
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin, PKK lideri Abdullah Öcalan için yaptığı çağrının yankıları sürüyor. Cumhurbaşkanı…
Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Noel Barrot, Uluslararası Ceza Mahkemesinin (UCM) İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu hakkında çıkardığı…
ABD'li Senatör Lindsey Graham, Uluslararası Ceza Mahkemesinin (UCM) İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu ve eski Savunma…
Kadına yönelik şiddeti tek başına biyolojik bir mesele olarak erkek saldırganlığıyla açıklamak en hafif tabirle…