İnat etmek
Ülkemizde çok yaygın bir inanış var; “ölünün arkasından kötü söz edilmez.” Genelde küslüklerin, affedilemez şeylerin unutulması ve “ölen kişinin iyi hatırlanması” için yaygınlaşmış bir inanış. Bu aralar sıkça bu cümleyi kurar olduk. Hepimizin bildiği üzere sermaye sınıfının Türkiye’deki en büyük temsilcisi olan Koç Holding’in Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Koç’un ölümünün ardından, “başsağlığı” ve “iyi niyet” yarışına... View Article
Ülkemizde çok yaygın bir inanış var; “ölünün arkasından kötü söz edilmez.” Genelde küslüklerin, affedilemez şeylerin unutulması ve “ölen kişinin iyi hatırlanması” için yaygınlaşmış bir inanış.
Bu aralar sıkça bu cümleyi kurar olduk. Hepimizin bildiği üzere sermaye sınıfının Türkiye’deki en büyük temsilcisi olan Koç Holding’in Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Koç’un ölümünün ardından, “başsağlığı” ve “iyi niyet” yarışına girildi. Öyle ya, ölünün ardından konuşulmazdı ve sadece “iyi yanlarıyla” hatırlanması gerekirdi.
Bu yazının niyeti Mustafa Koç’un ardından kötü sözler etmek değil. Ancak Koç’un ölümünün ardından siyaset sahnesinde ortaya çıkan tabloyla ilgili olarak bazı gerçekleri de dillendirmek gerekli. Yoksa Akit tarzı gerici odakların estirmeye çalıştığı acayip havanın bir parçası olmak bizim işimiz değil.
Öncelikli olarak tüm sermaye sınıfının temsilcilerinin, bütün siyasi partileriyle birlikte Koç’un cenazesinde bir araya gelmesi bu sınıfın içindeki çatlakların o kadar da büyük olmadığını gösteriyor. Bu sınıfın siyasette, ekonomide ya da diğer alanlarda bir takım çatlakları bulunmaktadır. Öte yandan bu çatlakların abartılarak “iktidar bloğunun çatırdadığına” ilişkin değerlendirmeler ham değerlendirmelerdir. Elbette böyle bir durumun hiç olmayacağı anlamına gelmemektedir, ancak bugünden bakıldığında sermaye sınıfının yaklaşım farklılıkları bir savaşa dönüşmemiştir.
Bununla birlikte tablonun bir diğer parçasını da sermaye sınıfının “üretken olan” ve “üretken olmayan” iki parçaya ayrıldığına ilişkin tartışma oluşturmaktadır. Bu tartışmanın iktisat biliminde ayrı bir yeri olduğu biliniyor. Ancak bu detaylara girmeden “üretkenlik” kavramı üzerinden sermayenin doğal bir davranışını hatırlatmak gerekiyor. Sermaye sınıfı şu ya da bu parçasıyla olsun “yağma” ve “sömürü” üzerine kuruludur. İlkel birikimini yalnızca değiş-tokuş vasıtasıyla değil, el koymayla da yapar. Daha sonrasında yaratacağı istihdam, katma değer ya da yeni olanakların tamamı o yatırımın “kâr” getirip getirmeyeceğiyle ilişkilidir.
***
Çok mu teorik?
O halde biraz somutlayalım. Koç Holding’in oluşum dönemi bir yana, özellikle 2000’li yıllardaki büyümesi ve cirosunu katlamasını özelleştirmeler yoluyla elde ettiği bilinmektedir. 2015 verileriyle Türkiye’nin en büyük şirketi olan TÜPRAŞ 2005 yılında 4 milyar dolara Koç-Shell ortaklığına satılırken, sadece bu yıl TÜPRAŞ’ın cirosu 41 milyar doları buldu. Üstelik satışın yapıldığı yıl TÜPRAŞ üretim ve satış rekorları kırarken, Koç Holding’in yaptığı yatırımların büyük oranda “kârlılık” düzeyi yüksek bir dönemde yapılması “üretkenliğinin” sınırlarını gösteriyor.
Anlayacağınız üretkenlikte, istihdam yaratmakta sermaye sınıfının cebine para girene kadardır. Girmediği anda, ya da emekçiler biraz hak talep ettiğinde ise karşısına zorbalık ve baskı çıktığı örneklerle sabittir. Haziran Direnişi esnasında Gezi’nin yanında bulunan Divan Otel’in kapılarını açtığı için “kahraman” ilan edilenler, aynı otelde çalışan işçilerin sendikalaşma taleplerinin karşısına işten atmayla çıkmıştı.
Ne kadar bilindik bir hikâye değil mi?
Öyle…
Dolayısıyla toplumsal alanda ve siyasette tek başına kişilerin iyi niyet ya da karakterlerinin bir noktadan sonra anlamı bulunmuyor. Bizim durduğumuz noktada emekçilerin iyi ya da kötü olması değil, insanlığın eşitlik ve özgürlük yürüyüşünde kapladığı alan önemlidir. Bu nedenle tüm tartışmayı buradan ele almak ve gerçekliği ortaya çıkarmak zorundayız.
“Gerçeklik” ortaya çıkmazsa ne olur?
Aslında olacağı bellidir. Gerçeğin “para etmediği” bir toplumda yozlaşmanın, çürümenin bütün belirtileri yaygınlaşır, o toplumu içten içe kemirir. Kanserli bir hücre gibi yaygınlaşır ve tüm toplumu esir alır. İçinden geçtiğimiz dönemde ülkemiz bu aşamanın henüz bir “tık” altındadır. Bir başka deyişle “umut hala insandadır”.
Bazıları için bu değerlendirme fazlasıyla iyimser olabilir. Ancak ülkemiz “müstemleke valisinin” önünde el pençe divan duran iktidar temsilcileri ve siyasi partilerinden, gerici odaklardan, saldırgan unsurlardan oluşmuyor. Ülkemizin bir yanında ise emekçilerin canlı bir mücadelesine sahne olmaktadır. Elbette istenilen düzeyde, ülke siyasetini sarsacak boyutta değil. Bu boyutlarda olsaydı, zaten ülkemizin içinden geçtiği döneme “umutsuzluk” damga vurmazdı.
Dolayısıyla bakılması gereken yer belli, seçilmesi gereken saf açıktır. Bu safta eşitlik, özgürlük ve kardeşlik vardır. Bu safta mücadele, umut ve yaratıcılık vardır. Umut eden, kaygı duyan, ülkesinin geleceğinden yakınan bütün yurttaşların bu safı görmesi gerekiyor.
“İnat etmek” bugünün en önemli görevidir. Böyle yapılırsa zaten az önce sözü geçen sermaye sınıfının temsilcilerinin icraatlarının daha net anlaşılacağı açıktır.
İnat edin ve safınızı seçin!