Iraz Yöntem yazdı: Siz saygıdeğer "bunlaaaar"!...
Iraz Yöntem'den Dünya Tiyatrolar Günü üzerine değerlendirme...
Dün, 27 Mart Dünya Tiyatro Günü idi. Sağolsun sosyal medya sayesinde biz tiyatrocular, her gün olduğundan bir nebze daha yüksek bir sesle duyurabildik kendimizi… Gelişen teknoloji sayesinde yazılan uluslararası ve ulusal ve hattâ alternatif bir takım bildirileri bile birbirimizle paylaşabildik… Hattâ yanılmıyorsam twitterda bir ara “trend topic” bile oldu #27MartDünyaTiyatroGünü etiketi…
Özellikle siyasetçiler için geleneksel “tiyatroyu ve tiyatrocuları hatırlama” günü haline gelen 27 Mart’ı büyük(!) bir coşkuyla kutladık. “Bedava mezar olsa içine girerim” benzetmesine uygun bir şekilde ücretsiz oynanan oyunların salonlarını tıka basa doldurdu seyirciler. Malum, bilet fiyatları çok pahalı(!)
Cumhurbaşkanlığı’ndan bile bir destek mesajı yayınlandı ama özellikle muhalefet partilerinden çıt çıkmadı! Gerçi Cumhurbaşkanlığı’ndan yayınlana o mesaj da bizleri biraz olsun tedirgin etmedi desek yalan olur; bugünlerde tiyatroya destek olmak filan! Hayırdır inşallah?!…
Geçmişte yayınlanan ulusal ve uluslararası bildirileri karıştırdık bu bir ay boyunca ve ne yazık ki –her zaman her konuda olduğu gibi- bugün dile getirilenlerle geçmiş arasında yine bir fark bulamadık. Bir arpa boyu dahi yol kat edemiyoruz! Hattâ giderek sevimsizleşen bir durum var; her geçen gün tiyatro, özellikle siyasilerin arasında, bir hakaret unsuru olarak kullanılmaya başlandı.
Birkaç yıldır çeşitli mecralarda birkaç satır karalar oldum. Ama bu zaman zarfında, her 27 Mart’ta değişmeyen bir konu var kalemimin ve dilimin ucunda: “Tiyatro bir hakaret unsuru değildir!”
O kadar da çok değil, 15 yıl öncesine kadar gittiğimizde bile fark edilen bir gerçek var; hayatın her alanında kullanılan dil sürekli bir değişim içinde. Tabi ki dil yaşayan bir varlıktır ve hep kendi şimdiki zamanının içinde değişir ve dönüşür. Ama şu son 15 yılda uğradığı yozlaşmayı herhalde daha önce hiç yaşamamıştır; en azından bu kadar hızlı bir negatif dönüşümden hiç geçmemiştir. Eskiden, özellikle siyaset ve diplomasi dili belli bir nezaket çerçevesinde kullanılırdı. Her politikacı ve diplomat, zeka seviyesini bizlere yansıtırdı kullandığı dil vasıtasıyla.
Ne yazık ki son birkaç yılda “Siz”lerden “Bunlaaar”a kadar geldik ve bu seneki uluslararası Dünya Tiyatro Günü bildirisini yazan Anatoli Vassiliev’in tabiriyle “Siyasal oyunlardan, politik ‘fare kapanlarından’ oluşan, siyasetçilerin sahnelediği, hiçbir işe yaramayan politika tiyatrosu”ndan kurtulmak için çabalayan insanlara dönüştük. O siyasetçilerin ısrarla birbirlerine tahammül edemedikleri her noktada “Bunlar tiyatro yapıyorlar!” söylemlerinin karşısında inatla yanlışlarını düzeltmeye çalışır hâle geldik. Tabi sesimiz duyan var mı?…
Tablo çok net ve ortada: kimse kimseyi dinlemiyor. Ama unutulmaması gereken bir nokta var; o da kimsenin gerçekten derdini ifade edemediği… Ya çok bağırarak konuşuyor herkes, ya da hep ikinci bir açıklama yaparak ‘aslında’ ne demek istediğini bir kez daha anlatmak zorunda kalıyor.
Dilimizi hakkıyla konuşamıyoruz; çünkü nasıl kullanacağımızı bilmiyoruz. Suçu hep karşıda arıyoruz; “Kimse beni dinlemiyor!” Gerçekten konuşmayı öğrendiğimiz gün kendimizi dinletebilmeyi de becereceğiz. İğneyi hep karşı tarafa batırıyoruz ama önce elimizde olan çuvaldızı bir yerlerimize batırmakla işe başlasak ya… Belki o zaman bağırmaktan da vazgeçeriz. Kimse bir diğerinin sesini bastırarak kendini dinlenebilir kılamamıştır şu hayatta. Önemli olan desibel değil; ne dediğin! Bir de göstermelik değer vermelerden vazgeçip önce kendimize dürüst davransak ya! Gerçekten ‘hakikat’ın peşinde olduğumuzda ‘sanal’ olanın gerçek dışılığının da farkına varacağız. Bu yüzden sokakta olmak lazım, birbirimize değebilmek için; sadece fiziksel olarak değil, bütünselliğimizi de sağlayabilmek için…
Söylenmek kolay, söylemek zor… Varsa cesaretiniz, gelin hep beraber bir çay içelim…
Not: Yazı için kullanılana görsel Edvard Munch’ın “Çığlık” eseridir.