"Türkiye trajedisi" ve "altın uşak kuşağı"
Yazarımız Irmak Ildır, Türkiye kapitalizminin olası krizini ve bu süreçte verilecek mücadelenin karakterini yazdı.
Ardı ardına gelen iktisadi açılımlar eski bir tartışmanın açılmasına neden oldu. Siyasette ekonominin belirleyiciliği bilinen bir kural olduğundan ötürü Başbakan’ın son yaptığı “taksit” açıklamaları ve ardından gelen Moody’s’in açıklamaları “kriz” tartışmalarının bir kez daha perdesini araladı.
Tartışmanın bir boyutuna geçmeden önce bazı hatırlatmalar üzerinde durmak gerekiyor.
Uzun yıllardır kriz üzerine yazılar yazan Korkut Hoca en son yazısında Yunanistan’daki krizi hatırlatarak, bu krizin bir tür “Yunan trajedisine” dönüştüğünü ifade belirtiyor. Korkut Hoca yazısında Yunanistan’da son 15 senede yaşananların bir tür “tiyatro sahnesine” benzetirken egemen ancak bağımlı bir ülke olan Yunanistan’ın mali sermaye tarafından nasıl adım adım ele geçirildiğini belirtiyor. Ülkedeki sağlı sollu siyasetçilerin bu adımların birer parçası olduğuna dikkat çeken Korkut Hoca, bir dönem “umut” olarak pazarlanan Tsipras ve benzerlerinin nasıl son darbeyi vurduğunu anlatıyor. [1]
Türkiye ve Yunanistan ekonomilerinin farklılıkları açık bir biçimde görülebilir. Öte yandan, Korkut Hoca’nın çizdiği “Yunan trajedisi” Türkiye için benzer bir durumu da beklediğine işaret ediyor olabilir mi? Bu sorunun cevabının hem “evet”, hem de “hayır” olduğunu belirtmek lazım.
Türkiye, Yunanistan, İspanya ya da benzeri ülkeler bugün emperyalist-kapitalist sistem içerisinde kendilerine yer bulan, sermaye birikiminin ve dolaşımının anlamlı bir yer tuttuğu orta gelişkinlikte kapitalist ülkelerdir. Elbette her birinin kendine özgü gelişim seyri, ülke içindeki sınıfsal dengeleri, emperyalizmle sermaye sınıfı arasındaki kurulan ilişkilerin yoğunluğu farklı. Ancak bugünkü göstergelerle bakıldığında Türkiye’nin bağımlılık ilişkileri açısından ve siyasilerin oynadığı rol açısından Yunanistan’dan hiçbir farkı yoktur.
Her iki ülkede de bugün emperyalizmin mali çevreleri ülkelere yön vermektedir. Bu iki ülkenin en büyük ortak kesişim kümesi de ülkeyi yönetenlerin ve hakim sınıfın işçi sınıfına dönük bakış açısıdır. Emperyalist-kapitalist sistemin bu ülkelerde yarattığı maliyetler işçi sınıfına ve emeğe dönük saldırı yoluyla aşılmaya çalışılmaktadır.
***
Bugün, Türkiye ekonomisinin “sağlam” olduğunu ve dış etkilerin yaratacağı maliyetin sınırlı olacağını papağan gibi tekrar edenler bir gerçeği atlıyorlar. Uluslararası tekellerin kredi derecelendirme kuruluşu olan Moody’s verdiği “kredi notu” sonrası ortaya çıkan tablo ülke ekonomisinin sonuna kadar mali çevrelerin manipülasyonuna açık olduğudur. Eğer Türkiye’nin bugün Yunanistan benzeri bir borç sarmalına girmemesi ekonomik göstergelerin “doğru yolda” olduğuna ilişkin bir kanıyı ortaya çıkarıyorsa, bu düpedüz aptallıktır!
En son açıklanan kapasite kullanım oranları 2013’den beri inişli çıkışlı bir üretimin olduğunu gösterirken, Türkiye’nin borç yükünün uzun vadede alarm verdiği gözlemleniyor. Dolayısıyla bankacılık sisteminin ya da finansal araçların kullanım etkileri zayıflarken, ekonomik büyüme de giderek durgunluğa doğru çakılıyor.
Bu durumda sermaye sınıfı açısından tek bir yol kalıyor; iç tüketimi arttırmak ve emek maliyetlerini düşürmek. Bu durumun emekçiler açısından büyük bir yük doğuracağı ve uzun vadede ortaya çıkan tablonun bütçe tarafından kapatılmaya çalışılacağı çok açık. Bu durumda ne milyonuncu kez yapılan vergi afları, ne de kaynağı belirsiz sermaye girişleri Türkiye’yi kurtarabilir. O zaman oluşacak trajedi ise Yunanistan’da emekçilerin yaşadığından çok daha ağır ve büyük olacak. Gene de tüm stratejisini emperyalist merkezlerden gelecek sıcak para akışına bağlayanlar için ufak da olsa bir umut bulunuyor; kapitalist sistemin krizi. [2] Ancak bu durumun da emekçiler açısından bir fayda etmeyeceği, sorunun yapısal olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Türkiye’yi yönetenlerin tüm korkusu işte burada saplanıp kalmaktadır. Yıllar boyu mali çevrelerin ve rant ekonomisinin esiri olmuş siyasetçilerin “büyük krizden” kurtulmanın tek yolunu bu sermaye akışında bulmuş olmaları, bu akışı etkileyecek her türlü karar da panik yaşamalarına neden oluyor. Moody’s ve benzerlerinin aldığı her olumsuz karar da “karar siyasidir” şeklinde açıklama yapanlar işte bu gerçeği atlıyorlar.
Evet, kredi kuruluşlarının, mali çevrelerin ve emperyalist merkezlerin aldığı her ekonomik karar siyasidir. Bugüne kadar alınan her siyasi karar sizi orada tutmaktadır. Bu işten şikayetçi olmaya hakkınız bulunmuyor.
***
Öte yandan, bu gerçeklerin dile getirilmesini istemeyen bazıları da hemen devreye girmiş gibi gözüküyor. Bu gibi durumlarda takla atmayı çok iyi beceren Altınok ve çevresinin yazdıkları akıllara durgunluk verecek cinsten. Yıllar boyunca Amerikancılığın sesi olan bu siyasi çizginin siyasi muarızlarını “emperyalizmin güdümüne” girmekle suçlaması ilginç bile değil.
Açık bir biçimde 90’lı yıllardan itibaren liberal sol çevrelerde yetişen bu kesimler yıllar boyu emperyalizmle bağımlılığın savunucusu olurken, solun anti-emperyalist duruşundan inanılmaz derecede rahatsızlık duyuyorlardı. Örneğin dün Suriye’de, Mısır’da, Libya’da Arap Baharı adı altında yapılan müdahalelerin karşısında duran solun anti-emperyalist tavrını “demokrasi karşıtlığı” altında eleştiren Altınok ve çevresi solun “evrensel perspektife” sahip olamadığından yakınıyordu.
Bu yazıları “AKP’nin sol açığı” olarak yazan Altınok ve benzerleri, gerçekte özenle yetiştirilmiş bir “altın uşak kuşağı”dır. Bunlar sağlı sollu liberalizmin eteklerinin altından çıkarken, her türlü emperyalist merkezin müdahalesine şapka çıkartıyor, ülkenin talan edilen ekonomisine alkış tutuyor, emekçilere dönük bitmez tükenmez saldırı dalgalarını “işçi sınıfının yok olduğuna” dair modern tezlerle süslüyorlardı.
Ancak söylemek lazım; önümüzdeki dönem ortaya çıkacak her türlü siyasl çalkantı bu tarz çapsızlıklarla geçiştirilemez.
İşçi sınıfı ve emekçileri bekleyen bu tabloda Altınok ve benzerleri sürekli bir biçimde karşılarına çıkacak. Bazen bir gazeteci kılığında, bazen satın alınmış bir sendikacı tiplemesinde, bazen ise “Zübük” türü siyasetçi türünde…
Bu tiplemelerin karşısına çıkacak olan ise dağınık, belli belirsiz bir otoriteye sahip, ağ tipi örgütlenmeler değil, güçlü bir merkezi, doğru yerde kök salmış, açık ve yalın bir siyasal hatta sahip bir örgütlenmedir. Bu örgütlenmenin temel motifi ise memlekete sahip çıkma becerisi olacaktır.
İşte “Türkiye trajedisini” engelleyecek yegane formül budur…
[1] Korkut Boratav, Yunan Trajedisinin dört perdesi, 25 Eylül 2016, erişim: http://www.birgun.net/haber-detay/yunan-trajedisi-unutulurken-129073.html
[2] Ümit Akçay, Kritik bir eşik: Kredi Notunun Düşürülmesi, 26 Eylül 2016, erişim: http://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2016/09/26/kritik-bir-esik-kredi-notunun-dusurulmesi/