İzmir İktisat Kongresi, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e süreklilik mi, kopuş mu?
İzmir İktisat Kongresi, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e süreklilik mi, kopuş mu? üzerine belli başlıklarda saptamaları ortaya koymaktadır.
20. yüzyılın başlarında Osmanlı ekonomisine baktığımızda büyük ölçüde tarıma dayanan ve dünya pazarına açılmış bir yapı göze çarpıyor. Hammadde ihracatçısı ve sınai ürün ithalatçısı olan bu yapıyı Korkut Boratav “yarı sömürgeleşmiş bir toplum yapısı” olarak nitelendirir.
1924 yılında Eliot Grinnel Mears tarafından yazılan “Modern Türkiye” başlıklı kitapta Mears, o dönemki ekonomik yapıyı şu sözlerle özetler;
“Yabancı sermayenin etki alanının Osmanlı İmparatorluğu’ndan daha geniş olduğu bağımsız bir devlet herhalde yoktur. Bu miras, sadece ekonomik girişimleri ilgilendirmekle kalmaz, Türkiye’nin politik ve toplumsal hayatının tümüne etkisini yayar. Siyasi denetim sağlamanın en güvenceli ve basit yöntemlerinden biri sermaye kaynakları üzerinde egemenlik sağlamaktır… Eski Osmanlı İmparatorluğu, şaşılacak derecede dış mali çıkarlara ipotek edilmiş durumda idi.”
O dönemde Osmanlı ekonomisinin en temel kurumlarından biri, II. Abdülhamit döneminde kurulan Düyun-u Umumiye’dir. Düyun-u Umumiye ve kapitülasyonlarla belirginleşmiş dış borçlanma, Osmanlı ekonomisinin emperyalizme, bir daha kapanmamak üzere açılan kapısıdır. Yine aynı dönemde sanayi mülkiyetinde ağırlıklı olarak yabancıların egemen olması, toplumun üst yapısını oluşturan diğer unsurlarla birlikte ele alındığında bu durum sermaye birikiminin ülke içerisinde gerçekleşmesini engelleyen bir husus olarak karşımıza çıkıyordu. Osmanlı burjuvazisi olarak adlandırabileceğimiz bir sınıf vardı ancak bu sınıf sanayide değil daha çok ticarette gelişmişti.
Tarıma dayalı üretim yapısı, madencilik sektörünün yabancı yatırımcıların elinde olması ve sanayinin büyük ölçüde el sanatlarına ve esnaf biçiminde örgütlenmeye dayanmasıyla birlikte karşımıza sanayi devrimini yakalayamamış bir Osmanlı profili çıkıyor. Ancak sanayi devrimini yakalayamamış olması, kapitalistleşmeyeceği anlamına gelmemektedir.
İkinci Meşrutiyet’in ilanı sonrasında çıkarılan Tatil-i Eşgal Kanunu yani bugünkü anlamıyla grev yasası, hareketlenmeye başlayan işçi sınıfını bir an önce sönümlendirme çabasıdır. 1908 yılı sonbaharında İstanbul ve Rumeli’de grevler geniş boyutlara ulaşmış, İzmir ve Adana’ya da sıçramıştır. Meşrutiyet yönetimi işçilerin üzerine asker ve polisle gitmiş ve günümüzde olduğu gibi zor kullanarak iş bırakmalar engellenmeye çalışılmıştır. Acil bir müdahale ile 25 Eylül 1908’de geçici bir kanun çıkartılacak ve sonrasında meclisten geçirilerek yasalaşacaktır. Bu geçici kanunla birlikte iş bırakma yasaklanmıştır. Yayımlanan tebliğde, önce resmi daire çalışanlarının grev yapamayacakları belirtilmiş, ardından toplumsal çıkarlara aykırı bulunan demiryolu, su, gaz, elektrik, tramvay, rıhtım, liman işçileri ve müstahdemlerinin de grev yapamayacakları duyurulmuştur. 27 Temmuz 1909’da ise geçici kanun yasalaşarak grev yasağının yanı sıra sendika kurmak yasaklanmış ve kurulu sendikalarda kapatılmıştır.
Birinci Dünya Savaşı ve takip eden Kurtuluş Savaşı yıllarında ise zor durumda kalan Osmanlı, ülke içindeki etkinliği artırmak için çeşitli önlemler alır. İlk olarak gümrük vergilerini artırmıştır. Savaşın finansmanı için Osmanlı hükümeti ilk kez daha zor bir yoldan, propaganda ile 19 milyon liralık devlet tahvili satmıştır. 1916’da gümrük sistemini değiştirerek hammaddeleri ülkede bulunan ve üretimi kolay olan malların korunacağını ve ithal edilen benzerlerine ise ağır vergiler konulacağını açıklar. Aynı zamanda ihracat sınırlandırılarak, ihraç edilecek mallar için ise ihraç vesikası düzenleme koşulunu getirir.
Savaş yıllarının en olumsuz etkilediği kesim, geçimlik üretim yapan geniş ve yoksul köylü kesimdiydi ancak bu dönemde siyasi iktidarla yakın ilişki içinde olan müslüman ticaret burjuvazisi zenginleşti.
Savaş yıllarında esmeye başlayan ve dönemin ünlü yazar ve siyasetçilerinden Yusuf Akçura’nın “Harb-ı Umumi esnasında Türk’ü iktisaden yükseltmek, mutavassıt bir burjuvazi ihdas etmek” olarak nitelendirdiği ekonomiyi “millileştirme” rüzgarı ise İzmir İktisat Kongresi ile artık gerçek anlamıyla karara bağlanmış ve cumhuriyetin ilanı öncesi kapitalizme göz kırpmıştır. Aynı dönemin gazete manşetlerinde ise “Ey Türk, zengin ol” sloganı yer almaktadır.
Kongrenin teşekkülünü tüccarlar, sanayiciler, işçiler ve köylüler oluşturmaktaydı. Tüccar ve sanayicilerin temsiliyetinde bir sorun olmamakla birlikte, işçi sınıfını temsilen, kongre katılımcısı bir tüccarın betimlemesiyle “ tüccarın bir kukla teşkilatından, bir paravandan ibaret olan” Amele Birliği kongreye katılmıştır. Çiftçiyi temsilen ise büyük toprak sahiplerinin katılımı gerçekleşmiştir.
Kongrede alınan bazı önemli kararlar şu şekildedir;
- Hammaddesi yurt içinde yetişen veya yetiştirilebilen sanayi dalları kurulması gerekmektedir.
- El işçiliğinden ve küçük imalattan süratle fabrikaya veya büyük işletmeye geçilmelidir.
- Özel teşebbüslere kredi sağlayacak bir devlet bankası kurulmalıdır.
- Dış rekabete dayanabilmek için sanayinin toplu ve bütün olarak kurulması gerekir.
- Yabancıların kurdukları tekellerden kaçınılmalıdır.
- Sanayinin teşviki ve milli bankaların kurulması sağlanmalıdır.
- İş erbabına amele değil, işçi denmelidir ve sendika hakkı tanınmalıdır.
- Türk kadını ve kocası, çocuklarını iktisadi misaka göre yetiştirmelidir.
Kongreden çıkan bir diğer sonuç ise “…. kanunlarımıza riayet şartıyla ecnebi sermayelerine lazım gelen teminatı vermeye hazırız” olmuştur. Çünkü 1920 -1930 arasında kurulan 201 Türk anonim şirketinden 66’sında yabancı sermaye ortaklığı vardır ve bunlar tüm anonim şirketlerin ödenmiş sermayelerinin yüzde 43’ünü oluşturmaktadır.
İlerleyen yıllarda kongre çıktılarını destekleyen nitelikte adımlar atılmış, 1924 yılında Türkiye İş Bankası, 1925 yılında Sanayi ve Maadin Bankası ve 1927 yılında ise Teşvik-i Sanayi Kanunu çıkartılmıştır.
Sonuç olarak cumhuriyetin ilanından önce yapılan bu kongre ile kapitalist devletlere “beni gör, tanı” mesajı verilmek istenmiştir. Zaten kongrenin toplanma amaçları arasında açıkça belirtilen Yeni Türkiye Devleti’nin ekonomik programının saptanması, bu görüşü destekler niteliktedir. Bir yandan da siyasi bağımsızlığı desteklemek adına ekonomik bağımsızlığın belirli ölçülerde sağlanmaya çalışılmış olmasıyla da etkisini bir anda çizebileceğimiz bir noktada değildir.
Kimilerine göre Cumhuriyet Türkiye’si Osmanlı İmparatorluğu’nun bir olgunluk dönemi olarak adlandırılır. Bu anlamıyla yeni dünya düzenine entegrasyonu hızlandırma çabasıyla kısmen bir kopuşu temsil etmekle birlikte, bir sürekliliği de içerdiğini söylemek mümkündür.