K.Deniz Ünal yazdı: Unutulmuş bir mücadele gündemi: TEKEL
Sabahın sahibi vardır. Gün daima bulutta kalmaz. Herhal ileridedir yaşanacak günlerin en güzelleri… Nazım Hikmet Ran Yedi sene önce bu günlerde onlarla yatıp onlarla kalktık. Başkentin göbeğinde 78 gün boyunca direndiler ve hepimize unuttuğumuz bazı şeyleri hatırlattılar. Kimimiz battaniye gönderdik, kimimiz erzak, kimimiz çaylarını içmeye gittik, onlarla yattık çadırlarda. Bir yandan mahallelere... View Article
Sabahın sahibi vardır.
Gün daima bulutta kalmaz.
Herhal ileridedir
yaşanacak günlerin
en güzelleri…
Nazım Hikmet Ran
Yedi sene önce bu günlerde onlarla yatıp onlarla kalktık. Başkentin göbeğinde 78 gün boyunca direndiler ve hepimize unuttuğumuz bazı şeyleri hatırlattılar. Kimimiz battaniye gönderdik, kimimiz erzak, kimimiz çaylarını içmeye gittik, onlarla yattık çadırlarda. Bir yandan mahallelere gittik direnişe destek istemek için.
Tekel eylemi üzerine hem mücadele sürecinde hem de sonrasında çokça yazıldı, çizildi. Belki kazanımla sonuçlanmadı süreç ama asla yenilmedi. ODTÜ’de, YGS eylemlerinde, Haziran Direnişi’nde tekrar ve tekrar yaşadık.
Mücadele başlığı üzerine elbette konuşulacak çok şey var.
Peki gerçekten gerekli miydi özelleştirme?
Bir bütün olarak sürece bakıldığında Tekel’in özelleştirme süreci 80’lerde Turgut Özal dönemine kadar dayanmaktadır. 1980 darbesi ile birlikte özelleştirmelerin kamu çıkarını koruyacağına yönelik hukuki alt yapı çalışmaları başlatılmıştır. Aynı zamanda Kamu İktisadi Teşekülleri’nin de “gözden düşürülmesi” için hazırlıklar yapılmıştır. Bu dönemde satışlar düşürülmüş ve kamu kuruluşları adeta verimsiz ve atıl yerler olarak gösterilmiştir. 2002 yılından bu yana da başlatılan bu özelleştirme kampanyası tam gaz ilerletilmiş, hazineye gerçek anlamda kaynak sağlamadığı halde özelleştirme operasyonu ilerletilmiştir. Sadece 2002-2013 yılları arasında 125 büyük işletme özelleştirilmiştir. Bunlardan birkaçını sayacak olursak; Seka, Eti Maden, limanlar, Tüpraş, Petkim, Türk Telekom ve Ereğli Demir Çelik Fabrikası’dır.
Hükümetin sözünü ettiği gibi özelleştirme etkinliğini kaybetmiş, verimsiz işletmelerden kurtulmak amacı ile yapılmamaktadır. Tekel’in 2003 yılındaki satış hacmine baktığımızda; sigara pazarının yüzde 56.5’ini elinde bulundurmakta, dünyada ise 5. sigara üreticisi firma statüsünde yer almaktadır. Dönem karı ise büyük firmalar içerisinde 10. sıradadır. Bu verilerden de anlaşıldığı üzere gelir sağlamak amacı ile kamu teşebbüslerini özelleştiren devlet, işin aslına bakıldığında bindiği dalı kesmiş, başka bir deyişle gelir kaynaklarından birini satarak kamunun büyük bir zarara uğramasına neden olmuştur. Özelleştirmelerin mali açıdan olumlu olduğu yalandır ve özelleştirmeler verimsizliğin baş aktörleridirler. Büyük bir gelir kapısını kapatan devlet, bütçeyi dengede tutmak amacıyla borçlanma yoluna gitmek zorunda kalır. Bu devletten başlayarak toplumun bütün kesimlerine yayınlan bir süreçtir. Özelleştirmeler ile birlikte devlet 50 milyar dolarlık bir gelir elde etmiş ancak aynı yıllarda bütçe açığı ise 170 milyar dolarları aşan rakamlara ulaşmıştır.
Madalyonun öbür yüzünde ise var olan gerçek şudur ki, “sermaye” asla kar sağlamayacak bir işletme satın almaz.
Tekel’in özelleştirme sürecine baktığımızda, ithal edilen sigara tütününden ton başına alınan 3000 dolarlık vergi kaldırılmıştır ve de tütün ithalatçılarının maliyeti yerli tütünün maliyetinin altına düşürülmüştür. Yapılan bu değişikliğin ardından ise Tekel’in sigara bölümünün 24 Haziran 2008 tarihinde BAT (British AmericanTobacco)’a satışı gerçekleştirilmiştir. Çiftçiyi oluşan rekabet ortamı ile birlikte kar edemeyecek duruma getiren devlet, ithal tütünü tercih etmekte ve “sahte” verimsizlik sürecini başlatmış olmaktadır. Tekel’in özelleştirilme süreci kapsamında Türkiye’de tütün ve mamullerinin ithalatı 1998’den özelleştirme sürecine kadar yüzde 100’den büyük bir artış göstererek aşağıdaki grafikte de görülebileceği gibi 110 milyon dolara ulaşmıştır. Yerli üreticinin ithal edilen tütün karşısında çaresiz bırakılması da sürecin kaçınılmaz bir parçasıdır.
Üzerinde durulması kaçınılmaz olan bir diğer nokta ise yapılmakta olan özelleştirmelerin emeğe karşı saldırı niteliğinde oluşudur. Üretim sürecinde işletmelerin,daha fazla kar sağlamak amacı 3 kişilik işi tek işçiye yükleyerek, maliyetlerini düşürdüğünü görürüz. Çalışma saatlerin artmasıyla artı değer sömürüsüne bir de kapasiteden fazla çalıştırma eklenince söz konusu işletmeler karlarını katlanan oranlarla arttırmışlardır.
İşçinin çalışması gerekenden daha fazla çalışarak kapitalist işletme sahibine artıdeğer kazandırma sürecini Karl Marx ise şu şekilde tarif etmektedir:
“…Ayrıca, iplik işçisinin emek-gücünün günlük ya da haftalık değerini ödemekle,kapitalist, bu emek gücünü tüm gün ya da hafta boyunca kullanma hakkını elde etmişti. Bu nedenle onu diyelim günde oniki saat çalıştıracaktır. Kendi ücretini, yani kendi emek gücünün değerini karşılamak için gerekli olan altı saatten fazla olarak, o böylece, artı-emek saati diye adlandıracağım bir altı saat daha çalışmak zorunda olacaktır, ki, bu artı-emek kendisini artı-ürün olarak gerçekleştirecektir…”
Yani yapılan tüm özelleştirmeler ülke içerisinde istihdam yaratmaktan çok, işsizler ordusuna yeni fertler kazandırmaktadır.Kapitalizmin sıtmayı gösterip ölüme razı etme mantığı tam olarak da budur. Çalışan işçilere daha çok çalışın ki işsiz kalmayasınız mesajını vermek için işsizlik belirli bir seviyede tutulmak istenir.
Tekel’e bağlı kuruluşlarda çalışan işçi sayılarına bakmak gerekirse, 1980 yılında 80.000 düzeyinde olan işçi sayısı 2000’de 30.550’ye düşerken 2009’a gelindiğinde ise bu rakam 10.856’ya kadar düşmüştür. İşten çıkarılmaların sermaye sahipleri tarafından kılıfına uyduruluş yöntemi ise atıl kalan işçilerin üretim sürecinden çıkartılarak, emek başına düşen verimliliğin arttırılması şeklinde olmaktadır.
Kamu işletmeleri kimi durumlarda kasti olarak verimsiz kılınmakta ve de üretim süreçleri durdurulmaktadır. Önceden gerçekleştirilen çoğu kamu yatırımı üretimin durdurulması ile adeta terk edilmiştir. Başka bir ifade ile kamu işletmelerinin verimsiz olmalarının en büyük sebebi, bu işletmeleri geliştirmek amaçlı yatırım yapılmamış olmasıdır. Kamu kurumlarının geliştirilmemesinde hem sendikaların hem de devletin ciddi hataları ve eksikleri bulunmaktadır. Tekel’in özelleştirilmesi sürecinde de yukarıda bahsettiğim etkenlerin yeri hafife alınamayacak niteliktedir.
Gerçekleştirilen özelleştirmelerle beraber işçi düşmanlığı gözden kaçmayacak düzeye tırmanmıştır. Kölelik düzeni olarak da adlandırabileceğimiz 4-C, işçilere yönelik saldırının en büyük yansımasıdır. İşçiler hiçbir sendikal hakkın olmadığı, yılda en fazla 11 ay çalıştırılacakları ve başka işlerde çalışmalarına izin verilmeyen bir düzene entegre edilmeye çalışılmıştır. İşsizliğin arttığı, ücretlerin düşürüldüğü ya da ödenmediği, çalışma saatlerinin uzatıldığı ve ücretsiz izinlerin arttırıldığı bu yeni sistemin, emekçileri daha da yoksullaştırarak, güvencesizleştirmekten başka bir amacı bulunmamaktadır.
Sonuç olarak, özelleştirmelerin istihdam ya da gelir sağlamadığı çok açıktır. Hükümetin “üretim yapmayana para ödemenin haksızlık” olarak nitelendirdiği yasa paketi ise emekçilere yapılan saldırıdan başka bir şey değildir.
Geçtiğimiz mücadele yıllarında Tekel direnişi gibi sınıfın bütününe yayılmış bir mücadele ile karşılaşmamız olmamız son yıllarda artan gericilik ve milliyetçilik damarının güçlendirilmeye çalışılması ile alakalıdır. Buna rağmen yaz aylarında Bursa’dan esmeye başlayan rüzgar ve hala direnişte olan cam işçileri umudumuzu yenilememiz için çok önemlidir.
O günlerden bize kaldığı gibi,
Ölmek var, dönmek yok!
Bu daha başlangıç …