Yazının girişini yapmadan önce belirtelim; başlık aslında bir alıntı. “Kent, sınıf, iktidar” İspanyol bir akademisyen olan Manuel Castells’in 1978 yılında yayınladığı bir kitabın adı. Avrupa’da entelektüel çevrelerde oldukça güçlü yer tutan “Yeni sol” akımın besin kaynaklarından biri olan Castells’in kitabı 1950’lerden itibaren Avrupa’da başlayan “kentsel kriz” başlığına odaklanıyor. Avrupa solunun ilgi duyduğu alanlardan biri olan “mekânın yeniden üretimi” ve kapitalizmin bu yeniden üretimi “değerlendirmesi” başlıklarına odaklanan kitap, aynı zamanda kentlerin yeniden şekillendirilmesinin toplumsal mücadele açısından da yeni başlıklar doğurduğuna işaret ediyor.[1]
Kitabın analizini bir kenara bırakacak olursak, kentsel mekânın ve sınıf ilişkilerinin yeniden biçimlenişine canlı bir şekilde tanık oluyoruz. Son yıllarda hızla artan “kentsel dönüşüm” mekanları bu politikanın sadece bir görünümünü yansıtıyor. Rant düzeyi yüksek oluşu kent merkezindeki dönüşümü çekici ve ihtilaflı bir başlık haline getirirken, dönüşümün yalnızca gösterişli binalar inşa edilmek manasına gelmediği görülmeli.
Kent ve sınıf ilişkilerinin yeniden biçimlendirilmesi aynı zamanda iktidarın görüntüsünü de yeniden düzenlenmesi anlamına gelmektedir. Yeniden şekillenmenin aynı zamanda iktisadi bir arka planı da bulunmakta.
Özellikle endüstriyel üretim yerlerinin farklı mekanlara taşınması ve yeni sanayi havzalarının oluşturulması aynı zamanda artan maliyetlerin ve azalan kâr oranlarının sermaye açısından düzeltilmeye çalışılması manasına geliyor. Daha açık bir ifadeyle belirtmek gerekirse toprağa yatırılacak “sabit sermaye” ciddi bir maliyet unsurudur ve sermaye açısından yer değişimi bir çözüm anlamına gelmektedir.
İşin bu boyutu bir yana, sınıf mücadelesi açısından da mekan değişimi sermayeye zaman kazandıran bir etmendir. Yerleşiklik kazanan her sanayi havzasında ister istemez kendiliğinden gelişen sınıf hareketleri meydana gelir. İş yavaşlatma-bırakma, grev, işyeri işgali vs… türünden farklı biçimlerde kendini gösterecek her eylem biçimi, aynı zamanda işçi sınıfına deneyim ve yönelim kazandırır. Dolayısıyla sermaye açısından bu eylem biçimleri ve sınıfın örgütlülüğü kırılamayacak noktaya geldiği an; mekan değişimi gündeme gelir.
Son 20 yılda özellikle sermayenin farklı havzalara yatırım yaparak Anadolu kentlerinde yeni endüstriyel mekanlar yaratmasının bir diğer nedenin de bu sınıf gerçekliği yatmakta. Sermaye açık bir biçimde, yasalar ve baskı aygıtları yoluyla, yapamadığını aynı zamanda bu yolla yapmaya çalışır. Elbette kesin çözüm değil, üstelik ek maliyetler yaratması da olası. Ancak Türkiye’de son 20 yıllık pratik bu açıdan sermayeye değerli bir “zaman” kazandırmıştır ve siyasal-ideolojik baskınlığı kurması açısından elini güçlendirmiştir.
* * *
Bu iki gerçeğin yanı sıra bugün uygulanan politikalar sınıf ilişkilerine yeni bir boyut katıyor. Kent merkezlerinde her geçen gün yeni düzenin unsurlarının yükseldiği “sembolik anıtlar”, Saray ve Çamlıca Camii inşatları akıllara gelen en kolay örnekler, rejimin “yerleşiklik” kazandığına ilişkin bir yanılsama yaratmakta. Bu nedenle kent merkezlerinin dönüşümü AKP tarafından önemli bir başlık haline gelmiş durumda.
Bu durumun yarattığı karşıtlığın en somut örneğini Haziran günlerinde yaşadık. Gezi Parkı’nın dönüşüme uğratılması AKP’de cisimleşen düzenin tüm kötü yanlarının bir anda patlama noktası haline getirdi. Ancak bugün artık başka bir aşama açıldı.
Bu yeni aşamada İstanbul, Ankara, İzmir gibi kentlerin olağanüstü hızla büyüme kat etmesi aynı zamanda “kent merkezi” kavramının da kaymasına neden oluyor. Bugün İstanbul açısından bakacak olursak tüm sosyal yaşantının merkezi sayılabilecek Taksim-Beşiktaş-Kadıköy üçgeni tüm ağırlıklarına karşın kentin atmosferini tek başlarına belirleyebiliyorlar mı? Beylikdüzü ve Tuzla her biri aynı kente bağlı ilçeler mi, yoksa kendi ağırlıkları da bulunan özgül yerleşim alanları mı?
Doğrusunu isterseniz bu sorunun cevabında bir “sentez” yatıyor. Kadıköy, Beşiktaş, Çankaya, Konak vb… ilçeler kentlerin ağırlık noktası olan yerler; ancak bu kentlerin olağanüstü hızda büyümesi yeni ağırlık noktaları yaratıyor. Dolayısıyla “mega kentleri” ele aldığınızda sınıf ilişkilerinin farklı ve özgün görünümleri ortaya çıkabiliyor.
Mega kentlerde sınıfsal ilişkilerin değişimi de gözle görülür bir biçimde artarken, genel olarak toplumsal yaşamda “sınıfsal içerik” gidererek zayıflar hale geliyor. Siyasal, ideolojik ve hatta “örgütsel” diyebileceğimiz biçimlerde zayıflama hali yansımalarını bulurken, tüm sosyal yaşamın basit bazı kavramlar tarafından “belirlenir” hale gelişi de biraz da bu açıdan okunmalı.
* * *
Rant, gericilik ve iktidar…
Bu üçünün bugünkü toplumsal yapıdan “anahtar kavramlar” haline gelmesi yukarıdaki tabloyla ilintilidir. Doğal olaraktır ki; kentsel mekanlar iktidar partisi için “rant merkezi” olarak okunuyor ve “rant olmadan hayat olmaz” vecizesi ağızlarından dökülebiliyor.[2]
Nasıl dökülmesin ki? Bugünkü sosyal yapıyı bir arada tutacak bu üçlü saç ayağı dışında bir şeyleri bulunmuyor. TÜİK’in son açıkladığı veriler ekonomi açısından inşaat sektörünün ve rant ekonomisinin ne denli önemli olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor. [3]
Durum böyle olurken, kentsel mekânın yeniden üretimi de sınıfsal mücadelenin bir parçası haline dönüşüyor. Ancak sadece “yaşam hakkı” ve “ekolojik” mücadele başlıklarına sıkıştırılacak bir düşünce mücadele hattı ya da kentsel mekanları üzerinde hakimiyet kurulacak “ideolojik üretim merkezleri” okuması bir hayli eksikli. Bu bakış açıları kadar, aynı zamanda kentsel mekanın genişlemekte olduğunu ve yeni kent merkezlerinin sınıf mücadelesi açısından yeni bir soluk olduğu gerçeğini akla yazmak gerekiyor.
Yolunu buradan kuracaklar açısından bugünkü sendikal alanın neden zayıfladığı, AKP’nin inşaat sektörüne neden bu kadar yatırım yaptığı ve dahası sermaye sınıfının unsurlarının neden “gericiliğin önünü açtığı”sorularına verilecek cevaplar bir nebze olsun berraklaşır.
Ondan sonrası mı?
Ondan sonrası artık iddiaya sahip olanların iddialarını çok daha yaygın bir çevreye ulaştırmasından geçiyor.
O da aydın uçarılığının, savruk siyaset mühendislerinin değil, “bizim işimiz” olsun…
Notlar:
[1] Castells’in kitabı bir hayli dikkate değer olmakla beraber, kitap tüm iktisadi altyapısına rağmen yeni solun klasik çözümlerine başvuruyor. Bir yanda Avrupa solunun sosyal demokrasiden kalma “hareket her şeydir” bakış açısı, diğer yanda siyasal mücadeleyi geri plana atan “yeni toplumsal hareketçilik” bulunuyor. Ötesi ne yazık ki yok…
[2] http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/ekonomi/621210/Cevre_ve_Sehircilik_Bakani_Ozhaseki__Rant_olmadan_hayat_olmaz.html#
[3] http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=21717
Bu haber en son değiştirildi 28 Ekim 2016 16:41 16:41
İçişleri Bakanlığı'ndan yapılan açıklamaya göre Tunceli Belediye Başkanı Cevdet Konak ve Ovacık Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül…
Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov, Rusya'nın nükleer olmayan hipersonik ekipmanlarla donatılmış bir balistik füzeyi fırlatarak, Batı'ya…
Beyaz Saray Basın Sözcüsü Jean-Pierre yaptığı açıklamada ne ABD'nin ne de Ukrayna'nın bölgedeki gerilimi arttırmada…
Eski CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın şikâyetiyle 11 yıl 8 ay hapis…
11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün eski basın danışmanı Ahmet Sever, Mustafa Varank’ın açtığı 'Ak trol' davasından…
"Halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma" suçlamasıyla hakkında soruşturma başlatılan gazeteci Fatih Altaylı, "Olağan ve alışık…