Sağ elinizi kullanırken birden solak olmayı hiç düşündünüz mü?
Ben düşündüm, hatta şu sıralar sol elimle yazı yazma çalışmaları bile yapıyorum. Bunun da sebebi, Oliver Sacks’ın Mars’ta Bir Antropolog kitabı.
Deniz Kazanoğlu
Ben düşündüm, hatta şu sıralar sol elimle yazı yazma çalışmaları bile yapıyorum. Bunun da sebebi, Oliver Sacks’ın Mars’ta Bir Antropolog kitabı. Yapı Kredi Yayınlarından çıkan ve Osman Yener’in çevirdiği kitap bu yılın Mart ayında 2. baskısını yaptı.
Kitabın önsözüne şu satırlarla başlıyor Oliver Sacks,
“Bu satırları sol elimle yazıyorum ama aslında solak değilim. Bir ay önce sağ omzumdan bir ameliyat geçirdim, şu sıralar sağ elimi kullanmam yasak, zaten istesem de kullanamam. Yavaş ve kargacık burgacık yazıyorum –ama her geçen gün yeni durumuma biraz daha alıştığım da bir gerçek. Her gün yeni şeyler öğreniyorum, uyum sağlıyorum– yalnız yazı yazmayı değil, birçok işi sol elimle yapmaya alıştım. …. Beynimdeki bazı devrelerde ve programlarda, sinaptik ağırlıklar, bağlantılar ve sinyallerde –beyin görüntüleme yöntemlerimiz henüz bunları saptayacak kadar gelişmiş olmasa da– bazı değişikliklerin meydana geldiğini sanıyorum.”
Tıp alanında yaşanan bir dizi ilerlemeye rağmen beynimiz pek çok bilinmezi barındırmaya devam ediyor. Farklı nörolojik durumlar zihnin işleyişini anlamamızda önemli bir yol gösterici. Sacks da bu noktadan yola çıkarak yedi yaşanmış öykü anlatıyor bizlere. Her birinde nörolojik temelli bir bozukluk ve bu bozukluğun kişinin yaşamında yol açtığı değişimler, bu değişim karşısında baş etme ya da edememe hallerini görüyoruz. Yer yer bozukluklara ilişkin bilimsel bilgileri sunarken aslında kişilerin yaşadıkları durumlar karşısında neler hissedebileceklerini, bu durumun yaşamlarını -özel hayatlarını, iş hayatlarını- nasıl etkilediğini aktarıyor. Şimdi tek tek öykülere konuk olalım.
Bir ressam olduğunuzu hayal edin ve geçirdiğiniz bir trafik kazası sonrasında renkleri kaybediyorsunuz. Ne yapardınız? Devam edebilir miydiniz hayata? “Renkkörü Ressamın Öyküsü”nde bir taraftan renklerin doğada mı var olduğu yoksa zihnimizin yarattığı bir süreç mi olduğunu okuyoruz diğer taraftan da Bay I’nın serebral akromatopsisi ile yaşama nasıl devam edebildiğini öğreniyoruz.
“Son Hippie”de ise bellek ve buna bağlı hatıralar oluşturabilmenin kişiliğimizin gelişiminde nasıl bir yeri olduğunu fark ediyoruz. Greg, beynindeki bir tümör nedeniyle yaşamının bir noktadan sonrasını hatırlayamıyor ve tüm yaşamı 1970 yılında sona ermiş gibi sürekli geçmişte yaşıyor, bugüne ilişkin hiçbir farkındalığı yok. Oysa yaşadıklarımızdır bizi biz yapan, hatıralarımız olmasa geriye ne kalırdı acaba?
Gözünüzde kendini birden yere yatıp yuvarlanan veya durduk yere baykuş sesi çıkaran ya da buna benzer ‘garip’ davranışları olan birini canlandırmaya çalışın. Böyle birisiyle evlenir miydiniz? Aynı iş yerinde çalışmak ister miydiniz? Peki, sizi ameliyat etmesine izin verir miydiniz? Sizi, Dr. Carl Bennett’la, Tourette sendromlu bir cerrahla tanıştıralım. “Bir Cerrahın Hayatı” öyküsünü okuduktan sonra bu soruların hepsine ‘evet, olabilir’ diyeceğinizden eminim.
Türk filmlerinden aşina olduğumuz bir sahne. Başrol oyuncusu kördür ve bir ameliyat sonrası mucizevi bir şekilde görmeye başlar, “Görüyorum, görüyorum Nalan” repliği hepimizin kulaklarındadır herhalde. Neredeyse doğuştan görme engelli olan birisi için de bu kadar kolay mıdır acaba dokunan bir dünyadan gören bir dünyaya geçiş? “Görmek ve Görmemek” öyküsü Virgil’i anlatırken görme ve hareket algısı arasındaki ilişkiyi, görme algısından yoksun olarak şekillenen bir dünyanın nasıl olabileceğini de aktarıyor.
“Rüyalarının Manzarası”nda yine belleğe ilişkin bir öykü okuyoruz, ancak “Son Hippie”den farklı olarak Franco Magnani otuz yıldır gitmemesine rağmen doğduğu köyü, sokaklarını, yaşadıkları evi, kiliseyi en ince detayına kadar hatırlayabiliyor ve resmedebiliyor. Aydetiklerin en önemli özelliği gördükleri bir anı aradan ne kadar zaman geçerse geçsin eksiksiz olarak hatırlayabilmeleri, ancak Franco’nun farkı yalnızca Pontito’yu kusursuz bir şekilde belleğinde tutabilmesi.
“Harika Çocuk” zekanın ne olduğu sorusunu getiriyor akla. Otizmli olabilirsiniz, zihin engelli olabilirsiniz ya da “normal” olabilirsiniz. Bunların yanında savan yetenekleriniz varsa, yani çok haneli sayılarla aklınızdan matematiksel işlemler yapabilir, takvimdeki bir tarihin hangi güne geleceğini hesaplayabilir; hiçbir müzik eğitimi almadan ve bir defa duyduğunuz bir eseri hiç şaşırmadan çalabilirsiniz. Hem otizmli hem savan yetenekleri olan Stephen Wiltshire da sınırlı sosyal iletişiminin yanında gördüğü bir binanın, manzaranın resmini neredeyse birebir görünümleriyle çizebiliyor. Evet, neredeyse diyorum çünkü farklılık kattığı noktalar bize zihnin işleyişine dair fikirler verebilir.
“Mars’ta Bir Antropolog”ta, kitaba da ismini veren son öyküde, Temple Grandin’in ve otizmlilerin dünyasına dahil oluyoruz. Temple Grandin diğer isimlere kıyasla görece daha tanınmış. Bu ismi ilk defa duyuyorsanız da yaşamını konu alan filmi izlemenizi öneririm. Otizm, çok kabaca karşısındaki kişinin düşünce yapısını ve sistematiğini anlamadaki güçlükler sonucu sosyal iletişim becerilerinde sınırlılık yaşayan kişileri ifade eder. Ya dünyayı bizden farklı bir şekilde, farklı bir yolla algılıyorlarsa? Biz bunu fark edemediğimiz için otizmli bireyleri etiketlemeye hakkımız var mı?
Dikkat ederseniz öykülere dair aktarmaya çalıştığım kısa kısa notlar bir dizi soruyu barındırıyor. Kitapta bu soruların bazılarına yanıtlar bulabileceğiniz gibi bir kısmı da yanıtını bekleyen sorular. Öykülerin hepsi de insanı, insan zihninin işleyişini algılamada bize ip uçları verirken bizi bilinmeyenin cazibesine doğru çekiyor. Aslında her bir öykü ayrı bir yazıyı hak ediyor ama misafirlik kısa sürer, siz en iyisi kitabı okuyun. Hatta yazarın diğer kitaplarına da göz atmayı ihmal etmeyin.