Soma'yı unutmayacağız değil mi?
Kamil Tekerek, Soma katliamının yıldönümünde işçi sınıfı mücadelesi üzerine değerlendirme yazdı.
Soma katliamı AKP iktidarının döneminde işlenen toplu katliamların en önemlilerinden biri olarak tarihe geçti, bunu biliyoruz.
Türkiye’de sermaye iktidarının işçi düşmanı karakteri AKP öncesinde de vardı, gerici bir iktidar bunun en lanet ve çürümüş yüzünü açığa çıkarttı.
Bugün Soma’yı devlet törenleri ve gerici söylemlerle ananların kim olduklarını hatırlatmaya gerek yok. Hep denir ya, katiller öldürdükleri kişilerin cenazelerine katılırlarmış. Bu da aynı hesap oldu.
Soma katliamı, siyasi bir katliamdır. Sadece aramızdan ayrılan işçi kardeşlerimizin sayısının fazla olmasından dolayı değil, aynı zamanda yıllarca sistematik bir şekilde işçi düşmanı politikaların yansımasının en saf hali olmasından dolayı siyasidir.
Tek başına teknik değildir. Madencinin kaderi olduğu iddia edilen bir doğa hadisesine indirgenemez. Adlı adınca onlarca yıl boyunca alınan siyasi kararların bir sonucudur. Aynen diğer iş cinayetlerinde olduğu gibi.
İşçi düşmanı büyük dalganın 12 Eylül ile başladığını ve sermaye sınıfının en gözü doymaz yüzünü temsil eden “Çankaya’nın şişmanı” tarafından hayata geçirildiğini unutursak, Soma’yı unutmaya başlarız.
Halkçı geçinen ama yaklaşık kırk yıl boyunca sömürücü sınıfların ve emperyalistlerin işçi düşmanı politikalarından milim geri adım atmayan “Çoban Sülü”nün yaptıklarını hesaba katmazsak, Soma’da kaybettiğimiz kardeşlerimizin neden toprak altında olduklarını hatırlamakta zorlanırız.
Tüm bunların üzerine uzunuyla, kısasıyla, badem bıyıklısıyla, yeni bıyık bırakmaya başlayanıyla, damadıyla, işçi yakınlarına tekme atan alçaklarıyla her türden AKP’li gericinin ellerine işçilerin kanının bulaştığını hafızalarımızdan çıkartırsak, Soma için ağlamakla ve üzülmekle yetiniriz.
Bir de tüm bunların yanında, yukarıda saydıklarımıza her daim koltuk değnekliği yapanları, “aslan sosyal demokratları” unutmayın. Bugün demokrasi ve özgürlükler için canımızı veririz diyorlar. Keşke zamanında özelleştirmelere, taşeronlaştırmaya ve işçi düşmanı yasalara karşı canlarını verselerdi, belki Soma’daki katliam yaşanmazdı. Bugün Odalar ve Borsalar Birliği toplantılarında “kan çıkar” demekle de olmuyor. Türkiye sermaye sınıfı ne isterse sizin için odur.
Arada unutulmasın, bir de Ege maden patronlarından seçimlerde oy isteyen demokratlar vardı. Onları da bir kenara not edin. Ara ara ortalığa çıkarlar. Özellikle seçimleri çok severler. Radikal oldukları söylenir ama kapitalizmi yıkmak gibi bir gündemleri yoktur.
İşte bu yüzden Soma’yı unutmayacağız derken, sadece işçi kardeşlerimizin yüce hatırasını anıp geçmek yetmez.
Özelleştirme dalgası ile halkın çıkarı için var olan tüm kamu kurumlarının tasfiye edilmesi siyasi bir karardı.
İşçi sınıfının kazanımlarından olan sosyal devletin ortadan kaldırılması siyasi bir karardı.
Taşeronlaştırma, esnek çalışmanın yaygınlaştırılması, bugün kiralık işçiliğin yasal hale getirilmesi, yarın özel istihdam bürolarının açılacak olması da hepsi birer siyasi karardır.
Emekçilerin üzerinde sürekli yoksulluk ve işsizlik kılıcını sallamak, onlara ölümü gösterip sıtmaya razı etmek de bu siyasi kararların bir sonucu idi.
Bugün siyasi iktidar ile uyum problemi olduğu söylenen Türkiye sermaye sınıfı tüm bu siyasi kararların bir parçası ve en önemli aktörü olmuştur. Bugün de yılmaz bir bekçisi olarak aslında sahnedeki yerini korumaktadır.
İsteyen TÜSİAD raporlarını, Odalar ve Borsalar Birliği’nin AKP ile ilişkilerini, MESS gibi diğer patron kulüplerinin çarklarını döndürmek adına kimlerle nasıl ilişkiler kurduğunu inceleyebilir. Orada her şey açık bir şekilde görülecektir.
Ülkemizde sınıf mücadelesi zor ve çetin bir dönemden geçmektedir.
Buna yanıt verecek bir örgütlülük, siyaset ve mücadele hattı şarttır. İşçi sınıfının kurtuluş mücadelesi ne büyük siyaset açılımlarına, ne de sınıftan kaçanlara kurban edilebilir. Dün denildiği gibi “yerin üstündeki hesabı” gerçek sorumlularından soracak kimse yoksa, Soma’yı da, Ermenek’i de unutun gitsin. Yanına Telekom ve Tekel direnişlerini de ekleyin.
Eğer böyle düşünmüyorsanız, biraz kaba marksist olarak adlandırmayı da göze alarak en doğru bildiğinizi yapmak zorundasınız. Sınıf-örgüt ve siyaset denklemini doğru bir şekilde kurmak için meşakkatli bir yola ve sebatkar bir çalışmaya gireceksiniz.
Çünkü işçi mücadelesi ve sınıf kavgası, günümüzde yeniden hortladığını gördüğümüz şekilde “işçi sınıfının değişen yapısından” dem vurup, yeni yetmelere eskimiş post-marksist tezleri pazarlayan ve buna göre siyaset-örgüt denklemini rasyonalize edenlere, “diz çökerek isyan” (*) halinde olanlara bırakılmayacak kadar önemli bir mücadeledir.
……
(*) Rusya’da 1905 devrimi sonrasında, çarlığın gerici ve baskıcı uygulamalarını arttırdığı bir dönemde Rus düşünce dünyasında, ideolojik konum alışlarda ve politik mücadele alanında bir bozulma meydana gelir. Bu bozulma aslında felsefi bir tartışmanın ürünü olup aslında marksist yöntem ve diyalektik materyalizm ile hesaplaşma üzerine kuruludur. Rus devrimci hareketinin bazı unsurları Marksist bir partinin felsefi ve teorik temellerini reddetmeye başlayarak idealist bir yönelime girerler. Hatta vardıkları nokta artık sınıf, iktidar mücadelesi, tarihsel materyalizm değil, yeni bir din ya da tanrı arayışı olur. Lenin, 1908 yılında yazdığı ve 1909 yılında yayınlanan “Materyalizm ve Ampiryokritisizm” kitabı ile bu görüşleri savunan kişilerle hesaplaşmış ve diyalektik materyalizmi savunmuştur. Bu kişilerin içinde bulunduğu pozisyonu da “diz çökerek isyan” olarak tanımlamıştır.