Turan Dursun'u anarken: 'Kulleteyn*'i yaratan karanlığa karşı mücadele ve üç mektup

4 Eylül 1990'da haince katledilen Turan Dursun'un, Bülent Ecevit, Oktay Akbal ve Hasan Cemal'e yazdığı mektuplar.

Turan Dursun'u anarken: 'Kulleteyn*'i yaratan karanlığa karşı mücadele ve üç mektup

(*) Kulleteyn Turan Dursun’un çocukluk dönemlerine ilişkin otobiyografik romanı. Kitap yazarın 11 yaşına kadar aldığı din eğitimi dönemini anlatır ve tanıtım yazısında Kulleteyn şöyle anlatılır:

” ‘Kulleteyn’, ‘İki kulle’ (yaklaşık 13 ton) su demek. Durağan bir suyun temiz (‘tahir’) sayılabilmesi için Şafii mezhebine göre bu kadar olması yeterliydi. Daha az olamazdı. Bu kadar oldu mu, içinde ne bulunursa bulunsun “temiz” di artık. “Pislik” lerle dolu bile olsa… Doluydu zaten. İlk görüşte bataklık bile sayılabilirdi…. Ama madem ki Şeriat temiz demişti, temizdi. Şeriat neye pis diyorsa pis olan da oydu… Şeyh, ağa ve molla üçlüsünün eliyle Doğu Anadolu insanlarına “kader” olarak örülmüş yaşamdan bir kesit. İnsanlara yeniden giydirilmek istenen Şeriat’ın nasıl bir ilkellik olduğunu çarpıcı bir biçimde ortaya koyan bir yapıt. Sömürgenlerince övgüsü yapılan İslam nasıl bir şey? Gün ışığına çıkarılıyor. Doğrudan kaynağından tutulan ışıklarla…”

4 Eylül 1990 yılında aramızdan ayrılan Turan Dursun arkasında ciltlerce kitap, birçok makale ve tartışma bıraktı.

Uğruna kavga verdiği aydınlanma mücadelesinde dinci gericiler tarafından katledilen Dursun’un öldürülmesi aynı zamanda Türkiye tarihinin önemli siyasi cinayetlerinden biri olarak kayıtlara geçmiştir.

Turan Dursun’un anısı önünde saygıyla eğilirken, kendisinin 1980’li yıllarda bazı gazetecilere, aydınlara ve siyasetçilere yazdığı bazı mektupları yayınlıyoruz.

12 Eylül sonrası dönemde Türkiye tam boy karanlığın içerisine doğru itilirken, aynı zamanda dinci gericilik ve siyasal İslâm sermaye sınıfı ve o dönemki siyasetçiler tarafından palazlandırılıyordu. Dursun mektuplarında bir yandan bu duruma karşı duruş gösterirken, bir yandan da gericiliğe çanak tutan aydınları eleştiriyor.

Turan Dursun’dan Bülent Ecevit’e mektup:

Bülent Ecevit
DSP Genel Başkanı,

Mektubum senli benlidir. Temel yalındır, sendir. Sizler,sayınlar sonradan eklenmedir. Saygı için eklenmişlerse de zamanla bu anlamı yitirmişlerdir. Politikacılar ve izleyenleri bunu daha iyi bilirler. Politikacı, sayın der, arkasından sövgüleri ya da başka aşağılamaları sıralar. Bunu herkes biliyor artık. Kısacası, sen derken bir hakaret amacım yok. Mektupta yer alan başka sözlerde de bu amaç bulunmaz.

Hemen belirtmeliyim: Senin için, sol kesimi ele alarak böldün diyenlerden değilim, öldün diyenlerdenim. Öyleyse neden sana yazıyorum? Bunun kısa karşılığı şu: Bir kesim sürü, seni bugün de diri saydığı için ve sürüyü kurda yedirmeme yeteneğinden uzak olsan bile, çoban olma tutkusunun gözü dönmüşlüğü içinde bulunmandan dolayı. Pek az da olsa yararı olur umuduyla…

Verdiğin ödünlerle öldün sen. Çağa, ileriye gözlerini yumdun, din ve gelenekler kesimini seçtin. Politika için üzerinde bulunur göründüğün çizgiyi yedin. Aklınla birlikte yedin, erdeminle birlikte yedin. Ne aldın karşılığında? Ya da ne alabilirsin? Alışılagelmiş sözle sorayım, değer mi?

En büyük halk değil, en büyük Allah dedin. Dediğini basın yazdı, sen de yalanlamadın. Dine, imana sahip çıkan daha nice sözler aktarıldı senden. Eridikçe eridin, tükendikçe tükendin, küçüldükçe küçüldün. Ve öldün. Kokuyorsun da artık. Ama bu ölülük ve kokuşmuşluk içinde bile sende, pek az da olsa, dirilme olasılığı gördüğüm, belki de görmek istediğim için bunları yazıyorum.

Senden en son aktarılanlardan: Halka ters düşmemek koşuluyla laikliğe bağlıyız. Ya da bu anlamda.

Ülkemizde çapı, düzeyi belli politikacı bunu söyler. Kuşku yok buna. Ama gerçek anlamda laikliğe bağlı ve çağdaş aydının böyle bir şey söyleyemeyeceğini sen de bilirsin. Laiklik ilkesini benimsemiş olan kimse, bir koşula bağlanmadan bu ilkeyi benimsediğini ortaya koyar. Hele, halkın dini duygularına, halkça benimsenegelmiş inanç ve geleneklerine ters düşmemek koşuluna hiç bağlanmaz.

Laiklik bu koşulla getirilmemiştir. Böyle bir koşula bağlanılsaydı hiçbir yerde ve hiçbir topluma getirilemezdi. Bu ilke, toplumdaki dine, inanca ve geleneğe rağmen, benimsenip getirilmiştir. Ters düşerek!…

Düşünsene, ülkemizde, laikliğin getirildiği dönemde değil, bugün bile, halk kesiminde büyük bir çoğunlukla İslam benimsenmekte.

İslam’ın içinde Şeriat’da var. Dahası: Şeriat, İslam’ın kendisidir. Öyleyken, ters düşmeden, laiklik ilkesini nasıl savunabilirsin? Bir parçacık kaldıysa erdemini kullanarak söyle; savunabilir misin ters düşmeden?

Kaldı ki, ters düşmekten kaçınan kişi çağdaş olamaz, aydın olamaz. Aydınlar adı verilmiş sürüye katılmış olsa bile… Çağdaş ve aydın kişi değiştiricidir. Değiştirmezlerse, ters düşmesiz olmaz. Değişmeden ve değiştirmeden yana olan kimse, dinin ve geleneklerin değişmez kalıpları içine girmez, girerse işlevini üstlenmez. Gerektiğinde kalıplara, kurallara meydan okur. Doğaldır ki, bu arada birçok ters düşmeler, incinmeler, incinmeler olur. Kaçınılmazdır bu.

Sen bunları bilmez olur musun?

Turan Dursun’dan Oktay Akbal’a mektup:
Ülkemizde Gericilik Aydınlar Eliyle Koyulaştı

11 Temmuz 1984 İstanbul

Sayın Oktay Akbal,

11.7.1984 günlü Cumhuriyet’teki yazınızı ve Nokta’daki görüşlerinizi okudum. Benim de görüşlerim aynı doğrultuda.

Ne var ki, karanlıkçı aydınlar ve ileri gericiler pek yenilecek gibi değil. Çünkü dünyada ve ülkemizde egemen olanlar da onlardan yana.

Ben hiç okul görmedim. İlkokulu da dışardan bitirmiş sayıldım.

Ama Arapça’yı öğrendim. En ağır metinleri kolaylıkla anlayıp dilimize çevirecek ölçüde. Çevirilerim de var. (Mukaddime’yi de çevirmişim, birinci cildini Erdost’lar 1976’da yayımladılar. Ekonomik güç sağlanırsa öteki ciltler de yayımlanacak. M.Erdost öyle diyor)

Uzun yıllar müftülük yaptım. Sonra girip yapımcılık yaptığım TRT’de dinsizlik suçundan oraya buraya atıldım, itildim. Sonunda da emekli oldum. Şimdi, bir yıla yakın süredir İstanbul’dayım. Bir çalışma için…

Arapça öğrendim. Biliyorum bu dili. Ama bugün okullarda Arapça okutulmasını istemenin nedenini de biliyorum. Biliyorum ki, bunu savunanlar, gerçekte karanlığı savunmaktalar.

Sayın Akbal,

Bence şu bir gerçek: Ülkemizde gericilik ve karanlık, aydınlar eliyle koyulaştı. Okuru olduğum Cumhuriyet Gazetesi bile, zaman zaman bu doğrultudaki çabalara yardımcı olmuştur. Anımsayın: Cumhuriyet bir yıl, Ramazan nedeniyle, İslamiyet eki çıkarmıştı. Bu ekte yalnızca kıyafetleriyle çağdaş olan kişiler boy göstermiş, İslam Uygarlığı adı altında. İslam propagandası yapmışlardı. Aynı ekte, Doğan Avcıoğlu gibi saygın kişilerin doğru bakışlı yazıları çok azınlıkta kalmıştı. Yine Cumhuriyet, ünlü birtakım sahtecilerin Müslüman olduklarını duyuran ve İslam yararına yorum yapan basının içinde, dahası başında yer almıştır.

Cengiz Çandar gibi din ve Arap kokan yazarları aracılığıyla da dinsel tabanlı kültüre dönüş özlemleri yansıtılmakta, H.V. Velidedeoğlu bile, Velidedeoğlu’na ihanet edercesine 22 Ocak 1984 günü Cumhuriyet’e şunları yazabilmiştir:

“Bütün mezhep, tarikat, fırka adı altındaki ayrılıkları kökünden kaldırıp, İslam’ın ilk doğuşundaki kurallara dönmek. Bunun olanak dışı olduğunu biliyorum, ama aklım ve gönlüm böyle istiyor.”

Velidedeoğlu’nun aklının ve gönlünün istediğini, din kurallarından yana nice dinciler de gönülden istiyor.

Kendisine hemen yazdığım bir mektupla bu isteğindeki korkunçluğu belirtmeye çalıştım.

Örnekler çok.

Aydın görünümlü karanlık elçilerinin ülkemizde yapageldikleri, bir mektup içinde anlatmakla bitirilemez. Siz çok daha iyi bilirsiniz. Çok daha çarpıcılarına tanık olmuşsunuzdur. Şu örneği birlikte düşünelim. Kendini sosyalist diye tanıtabilmiş olan bir İsmail Cem, TRT Genel Müdürü olunca, dinsel yayınları beş katına çıkarmıştır. Elinden gelseydi daha da arttıracaktı bu yayınları. Dünün Mümtaz Soysal’ını düşünün! Dün hangi görüşteydi, şimdi nerelerde ve neleri savunuyor Ve ötekiler…

Geriye dönemeyiz diyorsunuz yazınızın başlığında.

Dönemeyiz ne demek! Çoktan dönmüşüz bile. Dahası geride büyük bir hızla ilerliyoruz bile diyebiliriz.

Saygılarımla.

 

Turan Dursun’dan Hasan Cemal’e mektup

Hasan Cemal,

2 Aralık 1988 günlü Cumhuriyette’ki “Kılık Kıyafetlerle Uğraşmaktan Vazgeçelim” başlıklı yazını, bir yolculuk sırasında okumuştum. O sırada bir yazı yazmak istemiş, ama fırsat bulamamıştım. Aradan zaman geçince de vazgeçmiştim. Ne var ki, 6.12.1988 günlü Cumhuriyet’teki Uğur Mumcu’nun yazısını okuyunca bu yazıyı yazmaktan kendimi alamadım.

Senin yazınla Mumcu’nun yazısı ters doğrultuda. Doğru olan, Mumcu’nunki. Seninkine gelince: Evren’in bile gerilerinde. Gerilere düşmen, yeni bir olay değil. Yıllar önce bir iki mektubumla tepkimi yansıtmış,gördüğüm yanlışların üzerinde içtenlikle durmuştum.

Bu yazıyı da aynı içtenlikle yazıyorum. Yararı olursa sevinirim.

Yirmi birinci yüzyılın eşiğindeyiz, hala insanların kılığıyla, saçıyla sakalıyla uğraşıyoruz…diyorsun.

Uğur Mumcu’dan:

“Türban olayı bir din sömürüsü olayıdır. Türbanlı genç kızları öne süren, din sömürücüleri Bakan Hasan Celal Güzel’in katkıları ve Prof. Doğramacının sihirbaz hüneriyle yeni bir zafer kazanmışlardır.

Bugün türban, yarın cilbab (çarşaf) öbür gün fes…
Çağdaş uygarlık yolunda çarşaf ve türbanla güzel güzel ilerliyoruz.”

Evet, Mumcu da böyle diyor.

Uğraşılmazsa sonunda olacak olan budur.

Mumcu… Bugün üniversite düzeninin yasaklarla kurulacağına hiç inanmıyoruz da diyor. Ama hiç değilse uğraşılmamalı demiyor.

Gerekirse kılık kıyafetle de uğraşılmalı Bay Hasan Cemal!

Atatürk uğraşmıştı. Şimdi gerekmediğini ileri sürmek için yeterli bir neden gösterilemez. Herhalde Atatürk şapka giymekle kafaların içinin kendiliğinden değişeceğini sanmıyordu. Kafaları değiştirmenin ancak, aklın dogmalardan özgür kılınmasıyla mümkün olacağını, onun için yaşamda en doğru yol göstericinin bilim olduğunu savunuyordu diyorsun.

Bu, tartışılmaz bile. Gerçek o ki, Atatürk şapkayı da giymiş ve giydirmiştir. Dogmaların gereği olarak bağlılık gösterilen ilkel kıyafetleri de yasayla yasaklamıştır.

Aklın özgürlüğünü sınırlayan ve en doğru yol gösterici olan bilime göz açtırmayan dogmaya bu yolla da bir vuruş vurmuştur. Şapkayla, giyim kuşamla ilgili olarak atılan adım, çağdaşlaşma yolunun öteki adımlarından ayrı değildir.

Hepsi bir bütündür. Seninde savunur göründüğün ilkellik demokrasisinin demogogları akıl, bilim, çağdaşlık yolunda atılmış adımları silme girişimleri göstermemiş olsalardı, bugün, 1982 Anayasası’nı anayasa olmaktan çıkaran 24. maddesindeki hükümle din dersleri zorunu yapılmazdı.

Din elden gidiyor diyen kafayla, Laiklik elden gidiyor diyen kafa arasında, çağdaşlık arasında pek fark olmadığını yazıyorsun.

Gerçekteyse sağ adına dogmaların gereğini savunan kafayla, sol adına buna destek veren kafa arasında çağdışılık açısından bir fark yoktur.

Din inanırlarının, bağlı bulundukları dinin elden gitmesine ses çıkarmamaları beklenemez. Laikliğe bağlı olanların da laiklğin elden gitmesine ses çıkarmamaları beklenmemelidir.

Bu ülkede çağdaşlığın can damarı olan laiklik kuşa çevrilmiştir.

Ve bu kuş can çekişmektedir Bay Hasan Cemal!