Zifiri karanlığımızda bir mum hâlâ yanıyor; bir ‘Garip’ ozan Neşet Ertaş
İlke Kızmaz, dördüncü ölüm yıldönümünde, 'Bozkırın Tezenesi' Neşet Ertaş'ın ülkemiz emekçilerine bıraktıklarını kaleme aldı.
İlke Kızmaz
(Araş. Gör. – İTÜ Türk Musikisi Devlet Konservatuarı, Türk Halk Oyunları Bölümü)
2011 yılı Nisan ayıydı. Türk Musikisi Devlet Konservatuarı’nın düzenlediği İTÜ Bağlama Günleri’nde sahneye çıkacak olan Neşet ustayı karşılama, sahne öncesi ses provasına götürme, kulisine yerleştirme görevi bana verilmişti. Sahne yaşamım ve üniversitedeki görevim icabı, saygı duyduğum ve hatta hayranı olduğum birçok sanatçı ile tanışma fırsatım olmuş ve bunların büyük kısmı hayal kırıklıklarıyla sonuçlanmış, nihayetinde eserlerinden de soğuma noktasına geldiğim çok sanatçı olmuştur.
Hayranı olduğum Neşet ustayı da büyük bir merakla ve bir yandan da bu kaygılarla yoğrulmuş bir heyecanla bekliyordum. Usta, üstünde bir ceket, başında kasketi ile İTÜ’nün o ihtişamlı Yabancı Diller binası kapısından içeri girdi. Hemen yanına gittim, kendimi tanıttım. Daha ilk temasta güleryüzü ve içtenliği ile tevazusunu gösterdi. Bu esnada, konservatuar etkinliklerinde görmeye pek alışık olmadığımız, uzun süredir dışarıda bekledikleri her hallerinden belli olan birkaç adam güvenlik görevlileri ile mücadele halinde kapının önünde “Neşet baba, sana gurban oluruz! Zabahınan galktık geldik seni bekliyoz!” diye bağrıştılar. Usta onları gülümseyerek selamladı. Birkaç kelam etti, gönüllerini aldı.
Salon merdivenlerinden aşağı inerken koluma girdi. İnerken biraz yaşlılıktan söylendi. Öyle olmadığını ima ettiğimde birkaç özlü sözle geçiştirdi. Sahneye varınca ceketini çıkardı, sandalyesine astı. Akordunu yaptı, bağlamasının sesini, kendi sesini kontrol etti. Çok kısa bir provanın ardından kulisine geçti. Ne kapris, ne kibir, ne enteresan istekler…
Etrafında döndük, durduk da bana mısın demedi. ‘Starlık’ namına hiçbir şey yoktu. (ki biz ne ‘halk sanatçıları’nın sahne arkası starlıklarını gördük, anlatsak dönüp bir daha yüzlerine bakmazsınız) Öyle naif, öyle mütevazi…
Neşet Ertaş gerçekti. “Beni sizler yarattınız”daki o ‘ben’ kibri ve samimiyetsizliği, diz çökme şovları yoktu onda. “Ayağınızın turabı, gönüllerinizin hizmetçisi olurum” tevazusu, samimiliği, bizdenliği vardı.
Aynı ay, yine konservatuarın önerisi ve İTÜ Senatosu’nun kararıyla kendisine fahri doktora verildi. Zamanında devlet sanatçılığı unvanını “ben halkın sanatçısıyım” diyerek elinin tersiyle iten Neşet usta fahri doktor unvanını, bilime, okumaya, eğitime olan inancı sebebiyle olsa gerek heyecan ve gururla kabul etti. Ve bundan bir yıl sonra da aramızdan göçtü, gitti. Ustayla o birkaç saatlik tanışıklık bana unutmayacağım bir anı olarak kaldı.
Bugün, halk ozanı, nam-ı diğer (Yaşar Kemal’in taktığı isim ile) Bozkırın Tezenesi Neşet Ertaş ustanın ölümünün üzerinden tam dört yıl geçmiş. Bu süre zarfında onun hakkında kitaplar yazıldı, adına sempozyumlar düzenlendi, belgeseller çekildi, tiyatro oyunları yapıldı.
Kavuştuğu şöhretin ardında yoksullukla geçen bir yaşamı vardı ustanın. 1938 yılında bozlak diyarı Kırşehir’in Kırtıllar köyünde, büyük ozan Muharrem Ertaş’ın oğlu olarak dünyaya geldi. Bir başka bozlak üstadı olan Hacı Taşan dayısıydı. Daha çok küçük yaşta köy düğünlerinde babası Muharrem ustanın eline tutuşturduğu zillerle -hani bu günlerde gericilerin “bizim kültürümüzde öyle şey yoktur” diye zırvaladıkları- köçeklik yaparak çıraklık etti. Yoksulluktan köçeklik yapmak zoruna gidiyordu ama köçekliğinden hiç utanmadı. Babası ustası oldu, ondan el aldı. “Usta malı” denilen kendisinden önceki aşıkların ve babasının türkülerini kendine özgü bir yorumla ustaca havalandırdı. Zamanla ustalaştı, kendi türkülerini yaktı.
Neşet Ertaş Anadolu Abdallarının Alevi-Bektaşi geleneği içinde yetişti ve babasından devraldığı bayrağı daha da yukarı taşıyarak Abdal kültürünün en önemli, tanınmış temsilcisi oldu. Abdallar Çingenelere benzetildikleri ve aşağılandıkları için trajik ve ironik şekilde bu konuda hassasiyet geliştirip, bunu kendilerine hakaret sayar hale gelmişlerse de Çingeneler gibi toplumdan sürekli dışlanmış, inançları ve yaşayışları sebebiyle sürekli horlanmış bir topluluktur.
Anadolu tasavvufunun, Alevi-Bektaşi geleneğinin önemli bir kolunu oluşturduklarını söylemek yerinde olacaktır. Neşet Ertaş gözünü dünyaya açtığından itibaren bu horlanmanın ve yoksulluğun ezikliğini hep üstünde hissetmiş, bu sebeple kendine mahlas olarak “Garip” demeyi seçmiştir. Ertaş, bu sosyal ve sınıfsal ezilişi şöyle ifade eder;
“Sen de bir insansın insanlar gibi
Haksız kazancınan sürmedin demi
İnsanlığın kuralları böyle mi
Zengin isen ya bey derler ya paşa
Fukara isen ya abdal derler, ya cingan haşa”
Neşet usta, bu sınıfsal çelişki içinde ezilen kimliği ile Aşık İhsani, Mahzuni Şerif, Nesimi Çimen, Ruhi Su gibi devrimci mücadelenin bir neferi olmadı. Yıllarca pavyonlarda, düğünlerde çaldı. Yurtdışında yaşadı. Abdal kültürünün göçerliğini bir nevi kendi de gurbetçi olarak sürdürdü.
Ancak şüphesiz o, yaşamı boyunca aydınlığın, ilerici insanlığın, ezilenlerin safında yer aldı. Kavgacı değildi. Gerçek anlamda naif bir gönül insanıydı. Bektaşi kültürünün tüm özelliklerini bünyesinde ve sanatında taşıyordu. Hiç okul okumamış biri olarak cehalete düşmandı. Tasavvufi anlamda ilme ve modern anlamda bilime verdiği önemi birçok söyleşisinde görebileceğimiz gibi dizelerinden de fışkırdığını görebiliriz;
“İsterim ki bu dünyada
Hiç kimse cahil kalmasın
Okusun İlmin Kitabını
Cahilden akıl almasın
Kendi kendin yedenlere
İlim tahsil edenlere
İlme doğru gidenlere
Cehalet mani olmasın”
Bugün ‘Yeni Türkiye’de egemen olan İslâmcı anlayışın aksine, o, unutulmaya yüz tutan Anadolu tasavvufunun naifliği ile Bedrettinvari bir eşitliğe inanıyor ve savunuyordu. “Biz Allah’ın sofrasındayız, (…) Hepimiz eşit birer ruhuz. Karıncadaki de aynı, sendeki, bendeki de aynı. Etrafımızdaki dallarda, gelip geçen kedi de köpek de aynı can, aynı ruh var.” diyerek Alevi-Bektaşi felsefesine olan inancını ortaya koyan, yaşamı boyunca ‘İnsan-ı Kâmil’i arayan Neşet Ertaş dizelerinde şöyle sesleniyordu;
“Bir yaratmış Allah tüm insanları
Ayrılık, fesadın sözünden olur.
Ayrı görme gel, şu insanoğlunu
Her niyet kişinin özünden olur
Güneşi bir kuvvet karaltır mı hiç?
Allah sevmediğini, yaratır mı hiç?
İnsan olan, insan darıltır mı hiç?
Haksızlık, haksızın yüzünden olur.
İnsana aşığım, hak özümdedir
Garib’im; özümde, hem sözümdedir
Ruhunun aynısı bak, yüzündedir
Hakikat, insanın gözünden olur.”
Ana akım dini doktrinlerin riyakar “ana sevgisi”nin aksine, değme liberal feministlere taş çıkartan bir yaklaşımla, “Biz erkekler olarak insanoğluyuz. İnsan bizim analarımızdır. Onların canı yaratan can, bizim canımız yaratılmıştır. Biz erkekler insanoğluyuz ve insana benzeriz. Onların yüzü suyu hürmetine biz de insanız.” diyordu Neşet usta.
Dinci gericilik, ve genel olarak Türkiye sağı çok uğraşmış ama Neşet Ertaş’ı kapsayamamıştır. Tacizi, tecavüzü meşru görenlerin, annesinin, kızının diz kapağından tahrik olanların, şort giyen kadına tekme atanların -en iyi ihtimalle ‘mırıldanmayı’ salık verenlerin- ülkesinde meyden, aşktan, muhabbetten bahseden, şu dizelerden bolca düzen bir Abdal’ı nasıl sahiplensinler?
“Tatlı dile güler yüze
Doyulur mu doyulur mu
Aşkınan bakışan göze
Doyulur mu doyulur mu
Doyulur mu doyulur mu
Canana kıyılır mı
Cananına kıyanlar
Hakkın kulu sayılır mı
Zülüflerin dökse yüze
Yar badeyi sunsa bize
Lebleri meyime meze
Doyulur mu doyulur mu“
Daha önce de dediğim gibi Neşet Ertaş bir mücadele ve kavga adamı olmadı. Hiçbir kalıba girmedi. Ve fakat kimseye de boyun eğmedi. İsminin yanına “baba” lakabı yakıştırılan kerli ferli soytarılar gibi saray kapısında itibar dilenmedi. El etek öpmek için sıraya girmedi. Birçoğu, ismi lazım değil zatın elini sıkmak için birbirinin üstüne çıkarken o canlı yayında kendi üslubunca “Brakın fukaranın cuğarasıylan uğraşmayı, zengin ise bıraksın, fukaraysa cuğara içmeyip de n’apacak? Hanım tuz diyor erkeğin yüreği cız diyor. Elektriğin parası verilmemiş, suyun parası verilmemiş, ekmeğin zeytini gelmemiş, içmeyip de napsın?” diye çıkışarak bir de üstüne birçok okumuşun bile bakamadığı bütünlüklü pencereden bakıp sigara dumanından önce asıl halledilmesi gerekenin araç egzozları olduğunu söylemesini bilmiştir.
Karanlığın, savaşın dilinin egemen olduğu bu zor günlerde onun barış, kardeşlik ve eşitlik üzerine yaktığı türküler insanlığa umut vermeye devam ediyor;
“Can yakmadan atom gücü
Birleşsin hep tüm bilimci
Dilerim olsun sahici
Dünyada silah kalmasın
İnsan hakları hak olsun
Bu hakkı bilen çok olsun
Bütün silahlar yok olsun
Cehalet can dağlamasın
Dünya cennettir insana
Eşit olsun sana, bana
Kıyılmasın hiçbir cana
Anaları ağlamasın”
Neşet ustanın ses ve saz hakimiyetinin, yeteneğinin üzerine söz söylemek benim haddim değil. Konunun uzmanları sıkça bunları yazdılar, çizdiler. Neşet Ertaş yaktığı türkülerle tıpkı babası Muharrem Ertaş gibi, Aşık Veysel, Aşık Mahzuni gibi halk biliminde bir eserin halk türküsü olarak kabul edilmesi için aranan şartlardan biri olan anonimlik şartını kadük hale getiren ustalardan biri olmuş, eserleri yöresinin ve kültürünün tüm özelliklerini yansıtan halk türküleri haline gelmiştir. Müziğinin gücü birçok sanatçı ve müzisyeni etkilemiş, eserleri onlarca farklı tarzda yorumlanmış ve yorumlanmaya devam etmektedir.
Yalnızca sevginin, aşkın, muhabbetin, barışın, eşitliğin, kardeşliğin dilini konuşan ozan Neşet Ertaş’ın bugün hala savaştan, eşitsizlikten, ranttan, nefretten beslenenleri nasıl korkuttuğunu görüyoruz. Öyle ki, ölümünden yıllar sonra bile bir öğretmen sosyal medyada “Devletin değil halkın sanatçısıyım” diyen Neşet Ertaş’ı, ölümünün üçüncü yılında sevgi, saygı ve özlemle anıyorum” diyerek onu andığı için soruşturmaya maruz kalabilmiştir. Korktukları şey tam da şu dizeler gibi onlarcasıdır;
“Gel sevelim sevileni sevelim
Sevgisiz suratlar gülmüyor canım
Nice gördüm dizlerini döveni
Giden ömür geri gelmiyor canım
Özü gülmeyenin yüzü güler mi
Sevgisiz muhabbet hakka değer mi
Seven insan kaşlarını eğer mi
Zorunan güzellik olmuyor canım
Sevgi haktır seven alır bu hakkı
İçi güler dıştan görünür farkı
Sevmeyene akmaz sevginin arkı
Boş lafla oluklar dolmuyor canım”
Biz biliyoruz ki Neşet Ertaş, o yukarıda saydığımız kalıplara sığmadığı gibi yaşarken avam sayılıp öldükten sonra popüler kültür ikonu haline getirilmiş, metalaşmış bir ‘Neşet Ertaş’a tapan çakma Cihangir entellerinin sahte sevgilerine de, adına ‘yeraltı edebiyatı’ dedikleri, maalesef yurdum solcusunun da tuzla koştuğu o dergi müsveddelerinin süslü kapaklarına da, sarayın kapısını mesken edinmiş türkücü bozuntularının ağızlarına da, ustanın yaşarken prim vermediği zatların istila ettiği cenaze töreninde rol kapmaya çalışanların dillerine de, kalemlerine de sığmaz.
O, kah yoksulluğun kah aşkının kahrından dem çeken emekçinin rakı sofrasındadır. Yavrusuna ağıt yakan ananın yüreğinde, gurbetlik çeken işçinin cigarasında, aşka gelip oyuna kalkmış dostların coşkusundadır. Temel çelişkinin neredeyse iyilik ve kötülük olarak genişlediği çağımızda onun tarafı iyi insanların tarafıdır. İnsanlığımıza olan inancımızı sorgular hale geldiğimiz bu zifiri karanlık günlerde Neşet Ertaş, gün geçtikçe daha da çirkinleştirilen, çürüyen, gericileşen toplumsal dokumuzda, o hasretini çektiğimiz, unuttuğumuz naif, alçakgönüllü, sevgi dolu Anadolu insanını bize kendi benliğinde hatırlattığı için çok daha değerlidir.
“Başkasının canı neyse bizim de canımız odur. Biz bunu böyle bilir, böyle görür, böyle yürürüz” diyen Neşet ustanın ölümünün üzerinden tam dört yıl geçmiş bugün.
“Hak bildiğim yoldan ayrı gitmedim
Koğular getirip, gıybet etmedim
Gönülleri kırıp, can incitmedim
Bir Garip sazımı çaldım giderim”
dedi Neşet Ertaş ve göçtü gitti bu diyarlardan. Onun türküleri kendine ‘insanım’ diyenin gönül telini titretmeye devam ediyor. Yaralarımızı onun türküleri ile sarıp, insanlığımızı onun türküleri ile hatırlıyoruz. Anısına saygıyla, sevgiyle…