Mart ayının değişken havasının yarattığı riskleri anlatmak için kullanılan “mart ayı dert ayı” deyimini özellikle üniversite yıllarında sıkça kullanırdık. Tabii derdimiz hava değişiminden kaynaklı hastalıklar falan değildi, oldukça siyasi ve biraz da örgütsel gerekçelerimiz vardı.
Bir kere mart ayı, aralık ayıyla birlikte, gerici-faşist saldırıların arttığı aydı. Anti-faşist mücadele üniversitelerdeki sosyalistleri, devrimcileri şöyle ya da böyle içine çekiyor, siyasal çalışmalar yürütülemez hale geliyordu. Yetmezmiş gibi, solun tarihindeki çok önemli bazı olaylar -aslında katliamlar- mart ayında gerçekleştirilmişti. 12 Mart 1995 Gazi katliamı, 16 Mart 1978 Beyazıt katliamı, 30 Mart 1972 Kızıldere katliamı mart ayının bilincimizdeki izleriydi. Özellikle Gazi’deki kalkışma ve direniş esnasında ve sonrasında yaşananların izleri oldukça yeni ve derindi.
Tabii bunlar mart ayını dert ayı sayma gerekçeleri değildi. Dert tüm bu tarihlerin bir tür takvim solculuğunun zemini haline gelmiş olmasıydı. Düzene karşı sosyalizmi örgütlemeyi hedefleyenlerin, bunu gerçekleştirmek için bir takvime bağlı anmaları asli iş haline getirmelerine sıcak bakmıyorduk. Nitekim, sürekli solcuların katledildiği anmalar yapmak insanları pek de motive eden bir şey değildi.
Gel gelelim mart ayı 2003 yılıyla birlikte sadece solun, solcuların dert ayı olmadığını da gösterdi. 1 Mart 2003’de ABD için, AKP için ve emperyalizmin Türkiye’ye biçtiği rol için çok önemli olan tezkere Meclis’ten geçmedi. Tezkere hükümete hem Kuzey Irak’a asker göndermek hem de yabancı askerlerin Türkiye’de bulundurulmasına izin vermek yetkisi istiyordu. Meclis bileşimi iki partiden ve bağımsız milletvekillerinden oluşuyordu. Tezkerenin geçmesi için 267 oy gerekiyordu ve sonuçta 250 ret, 264 kabul, 19 çekimser oy kullanıldı; AKP’nin milletvekili sayısıysa 363’tü.
Çıkan sonuç sadece Meclis’le ilgili değildi. Meclis dışında çok önemli ve etkili bir çalışma yürütülmüş ve Meclis’in üzerinde ciddi bir basınç oluşturulmuştu. Mesela, tezkere günü Ankara’da, Meclis’e birkaç kilometre mesafede yapılan ve onbinlerce kişinin katıldığı miting 80 sonrasının en kalabalık kitle eylemlerinden birisi, muhtemelen birincisiydi.
1 Mart tezkeresinin reddinin sonuçlarınınsa çok daha derin olduğunu belirtmeliyiz. Tezkerenin reddi AKP’yi örselerken, ABD’nin de güven kaybını ortaya çıkardı. Tayyip Erdoğan ve partisi ABD’ye “çok işinize yarayacak” diye pazarlanmış ve daha ilk önemli işlerinde çuvallamışlardı. Yaşadıkları sıkışmanın bir zemini vardı: İki kutuplu dünyada Türkiye kapitalizminin ve Türkiye sermaye sınıfının en büyük dayanağı sosyalizm tehdidiydi. Sovyetler Birliği ile olan komşuluk ve ülkenin coğrafik konumu ülkenin dış politikasının ve emperyalizmle olan ilişkilerin en önemli kozlarındandı. Buna Balkanlar’a ve Ortadoğu’ya olan komşuluk da ekleniyordu. Sovyetler’in çözülmesi sonrasındaysa ortaya varoluşsal bir sorun çıktı. Emperyalizme göbekten bağlı ve kendini emperyalizm açısından vazgeçilmez gören bir ülkenin vazgeçilmezlik özelliğinin önemi iyice azalmıştı. Sovyetler’in olmadığı bir dünyada emperyalizm fiili müdahale alanlarını bir “ortağa” ihtiyaç duymadan da istediği gibi genişletme imkanına kavuşmuştu. Tam da bu durumda tezkerenin reddi işleri iyice kötü hale sokmuştu!
Tayyip Erdoğan’ın ve AKP’nin imdadına Büyük Ortadoğu Projesi yetişti. 2004 yılından itibaren Tayyip Erdoğan’ın fırsat buldukça “biz de Büyük Ortadoğu projesi eşbaşkanıyız” açıklamalarında bulunmasının nedeni AKP’ye ve Türkiye kapitalizmine biçilen yeni misyonun ilanıdır. Ortadoğu’nun ve Kuzey Afrika’nın yeniden dizayn edilmesini, buralardaki emperyalizmle sorun çıkaran aktörlerin temizlenmesini, emperyalizmin hareket alanının genişlemesini engelleyecek ülkelerin kontrolünü ve duruma göre parçalanmasını, pasifik bölgesiyle coğrafik bağın sorunsuz kurulmasını ve tüm bunlarla birlikte İsrail’in korunmasını da kapsayan bir projenin eşbaşkanlığıdır bu. Türkiye’nin iki kutuplu dünyadaki bağımlı ülke statüsünün kaldırılıp çok daha alt ve onursuz bir statüye dönüştürülmesidir.
Aradan geçen zamanda AKP bu misyonu yerine getirmek için elinden geleni yaptı. Ellerinde Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki halkların kanı artık fazlasıyla var. Suriye’deki direniş, Rusya ve İran’ın ağırlıklarını arttırmaları emperyalizmin ve dolayısıyla Türkiye’nin bölgede istediği gibi at koşturmasını sınırlarken, bölgede emperyalizmin taşeronluğu için farklı adaylar da serpildi, gelişti bu arada; üstelik bu adaylar sicillerinde 1 Mart tezkeresi gibi kötü notlar da taşımıyorlar. Sonuç larak, artık ne emperyalizm bölgede Türkiye’ye mahkum ne de Türkiye’nin emperyalizm nezdindeki pozisyonu hiçbir şekilde tartışılmaz… “Eyy Amerika…” diye başlayan efelenmelerin “biz mi PYD mi” ikilemi ile sonlandırılması bile tabloyu yeterince açık anlatıyor.
1 Mart tezkeresiyse Tayyip Erdoğan’ın aklından hiç çıkmıyor muhtemelen. Eski futbolcu ya, “ah o top gol olsaydı” der gibi “ah o tezkere geçseydi” diye hayıflanıyor. Suriye ile ilgili konuşurken hemen o günlere dönüyor: “Ben 1 Mart tezkeresinin yanındaydım. 1 Mart tezkeresinde Türkiye Irak’ta olsaydı Irak’ın durumu böyle olmazdı. Çıkacak netice Türkiye’yi masaya getirecekti. Irak’ta düşülen hataya Suriye’de düşmek istemiyorum.”
AKP’nin ve Tayyip Erdoğan’ın siyasetinin en önemli özelliklerinden biri masada olmaktır ve 1 Mart tezkeresi, 1 Mart’ta Meclis’ten alınamayan onay bunu engellemiştir. Tayyip Erdoğan’ın ve AKP’nin meclis korkusunun nedenlerinden birisi de bu olsa gerektir. Önerdikleri yeni rejimde Meclis’in sadece görüntüden ibaret, yaptırımsız bir kurum haline dönüştürülmesinin temel nedeni de “yahu bu meclis benim istediğimi yapmıyor” yaklaşımından başka bir şey değildir.
1 Mart tezkeresi bu yönüyle de değerlendirilmeli ve AKP’nin önerdiği sisteme “Hayır” demenin önemi bir kez daha görülmelidir. “Kararlar hızlı alınacak, Meclis’te vakit kaybedilmeyecek” diye gerekçelendirilen başkanlık sisteminin 2003 yılında ülkemizde uygulandığı ve Tayyip Erdoğan’ın başkan olduğunu düşünün. Büyük olasılıkla bugün ülkenin dört bir tarafında NATO askerleri olacak, ülkenin onurlu insanları bu fiili duruma karşı mücadele edecek, AKP’nin Osmanlı olma rüyası da -ülkeyi, bağımsızlığı, ekonomiyi emperyalizmin eline bırakmak anlamıyla- gerçekleşmiş olacaktı.
Abarttık mı? “Hayır”ı örgütlemezsek abartıp abartmadığımızı yaşamak ihtimalimiz hiç az değil…
Bu haber en son değiştirildi 6 Mart 2017 16:48 16:48
ABD'de Biden'ın Ukrayna'ya uzun menzilli ATACMS füzelerini kullanma iznini vermesi sonrasında Cumhuriyetçilerden sert tepki geldi.…
15 Temmuz Darbe Girişimi’nin ardından Kızılay’a satışı gerçekleştirilen ve değeri yaklaşık 100 Milyon TL olan…
Eski Almanya Başbakanı Angela Merkel, yeni kitabında Donald Trump’ın baş başa görüşmede Trump’ın kendisine Doğu…
İstifa çağrılarına yanıt veren Sağlık Bakanı Memişoğlu, "Bebeklerimizin ölümüne engel olan bir kişiye niye istifa…
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, yasadışı bahis suçlamasıyla tutuklu olan 5 sosyal medya fenomeni hakkında 1 yıldan…
Sinan Ateş Davası’nda abla Selma Ateş'e yönelik saldırıyı azmettiren Servet Bozkurt'un, Ankara’da iki cinayet işlediği…