Bir kara propaganda aracı olarak insan hakları

Bir kara propaganda aracı olarak insan hakları

10-12-2017 08:45

PUSULA | Bir kara propaganda aracı olarak insan hakları

H.Murat Yurttaş

 

Haklar mücadelesi kuşkusuz sınıf mücadelelerinin önemli bir parçası. Kuşkusuz, tarihsel haklar bildirgeleri gibi 69. yıldönümünde 10 Aralık 1948’de ilan edilen Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi de bir değer taşıyor.

Öte yandan, önce “Soğuk Savaş” döneminde sağın ideolojik saldırısının koçbaşı kavramı olan totalitarizmin ortaya atılması ve daha sonra Sovyetler Birliği’nin de çözülmesiyle insan hakları aynı zamanda emperyalizmin temel meşruiyet araçlarından biri. Bu anlamda insan haklarının siyasal anlamının basitçe haklarla ilişkili olmadığı basitçe bir “silah” anlamına geldiği görülmeli.

Emperyalizmin elinde milyonlarca insanın ve ülkelerin kaderinin belirlendiği, esasında insanlardan çok tekellerin karları için bir örtü olan kanlı bir silah.

 

İnsan hakları şampiyonlarının sicili

Bu silahın doğrultulduğu ülkelerin sicili, yaptıkları belki tartışılabilir ama hiç tartışılmayan bu silahı doğrultanların sicili. Liberallerin çok sevdiği totalitarizmin esasında 1917’den itibaren emperyalistlerin sahip olduğu şirketlerin kamulaştırılması ve Çarlık borçlarının reddedilmesi olduğu tartışmasız olmalı. Aynı şekilde, Balkanlar’da, Kafkasya’da, Orta Asya’da, Ortadoğu’da “insan hakları ihlallerinin” enerji kaynaklarına, madenlere ve işbirlikçiliğe göre belirlenmesi de.

Emperyalist sistemin 1945’ten beri tartışmasız lideri olan ABD örneğine baktığımızda kendi insan hakları sicilinin bunu bahane ederek saldırdığı ülkelerin sicilinden daha parlak olmadığı görülebilir.

Bugün dahi özellikle Afrikalı Amerikalılara karşı polis şiddetinin ve polislerin yargısız infazlarının her gün neden olduğu insan ölümleri basına yansıyor. Ama bu ülkenin tek sorunu bu değil. Yüzlerce yıllık köle ticaretinin ardından ırkçılık ve ayrımcılık bir devlet politikası olarak daha geçen yüzyılın ortalarında bile sürüyordu.

1964’e kadar yürürlükte olan Jim Crow Yasaları ile beyazlarla Afrikalı Amerikalıların aynı su musluklarını kullanması dahi yasaktı. 1954’te Yüksek Mahkeme’nin devletin beyazlarla Afrikalı Amerikalıların okullarını ayırması anayasaya aykırı kabul edilse de, 1957’de Arkansas’ta bir okuldaki Afrikalı Amerikalı ABD ordusu tarafından okuldan çıkartılırken, 1960’da 6 yaşındaki bir kız çocuğu sadece renginden dolayı okuldan federal ajanlar eşliğinde ayrılmak zorunda kalıyordu. O yıllarda 14 yaşında bir çocuk dahi olsanız beyazların kininden kurtulma şansınız yoktu. Emmett Till beyaz bir kadına ıslık çaldığı söylenerek gözü çıkartılıp kafasından vurulduktan sonra boynuna 35 kiloluk bir ağırlıkla nehre atılırken katilleri beş günlük bir yargılama sonrasında bir saat içinde beraat edeceklerdi.

Bunların çok eskide kaldığını düşünmek için bir nedenimiz yok. Sovyetler Birliği’nin çözülmesinin ardından tüm dünyada çatışmalar başlatan ABD’nin sadece 1991’de başlayan Irak müdahalesinin ağır sonucu, sayıları 600 binlere varan insanın çatışmalarda ölmesinin yanı sıra çöken bir sağlık sistemi nedeniyle başta çocuklar olmak üzere milyonlarca insanın dolaylı olarak ölmesini de beraberinde getirdi. 2001 sonrasında hiçbir hukukun tanınmadığı, ABD vatandaşlarının dahi anayasal haklarından yararlandırılmadığı Guantanamo Üssü’ndeki toplama kampları, bu sırada uygulanan sistematik işkenceler ise süslenmiş “gulag” hikayelerini servis edenler tarafından o kadar da ilgi çekici bulunmuyor.

 

Tekellerin sponsorluğunda insan hakları

Emperyalist sistemin tepesindeki ülkenin bu açık ihlalleri ve katliamları size süslü videolarla sunulmuyor. Çünkü insan hakları alanında faaliyet gösteren “sivil toplum” kuruluşlarına baktığınızda kökenlerini “Soğuk Savaş” yıllarında bulabiliyorsunuz. Bir diğer önemli başlığı da bu kuruluşların nasıl finanse edildikleri sorusu oluşturuyor.

Varşova Paktı ve NATO ülkelerinin ana gövdesini oluşturduğu Avrupa ülkeleri arasındaki görüşmelerin 1975’teki sonucu Helsinki Deklarasyonu olurken görüşmelere katılan tüm ülkeler kendi “sivil toplum” kuruluşlarını oluşturdular. Türkiye’de Yurttaşlık Derneği adıyla faaliyet gösteren kuruluşun bir benzeri o zamanki adıyla “Helsinki Watch” ve bugünkü adıyla “Human Rights Watch” (HRW-İnsan Hakları İzleme Örgütü) adıyla New York’ta kuruldu.

HRW’nun da içinde bulunduğu İnsan Hakları Uluslararası Helsinki Federasyonu’nun 1989’da Polonyalı karşı-devrimci Lech Walesa ile birlikte Avrupa İnsan Hakları ödülü alarak yerine getirdikleri görevin karşılığını almış oldu. Federasyon 2007’de yöneticilerin zimmet suçları işlemesi sonrasında dağılsa da parçası olan HRW hala daha aktif ve her yıl insan hakları alanında raporlar yayınlamayı sürdürüyor.

Bu kuruluşun finansörlerini incelediğinizde ise Ford Vakfı, Rockefeller Vakfı, Oak Vakfı gibi kuruluşları bulabiliyorsunuz. Ama özellikle bir isim hemen göze çarpıyor. Kuruluşun gelirlerinin azalması üzerine imdada George Soros ve onun Açık Toplum Vakfı yetişirken on yılda 100 milyon dolarlık bir yardım taahhüdünde bulundu.

Benzer nitelikte bir örgüt olan Uluslararası Af Örgütü’nün arkasında da Ford Vakfı ve Açık Toplum Vakfı’nın düzenli katkılarda bulunduğu örgütün destekçileri arasında ABD Devlet Bakanlığı, Avrupa Komisyonu, Birleşik Krallık Uluslararası Kalkınma Kurumu, Rockefeller Vakfı gibi kuruluşlar sayılabiliyor.

 

İnsan hakları var mı?

Bu yazının boyutları bakımından bu örneklerle yetinebiliriz. Görüldüğü üzere insan hakları, Sovyetler Birliği çözülene kadar karşı-devrimci cephenin bir propaganda ve karalama aracı olarak kullanıldı. Sovyetler Birliği’nin çözülmesinin ardından ise bu kez hedef geçtiğimiz yüzyılda sosyalist sistemin güçlü desteğiyle bağımsızlıklarını kazanan eski kolonilere, eski sosyalist ülkelere ve sisteme dahil edilmek istenen ülkelere müdahalenin gerekçesi oldu.

“İnsani müdahale” ve “insan hakları egemenliğe üstündür” denilerek tüm dünyadaki müdahalelere gerekçe yapılan insan haklarının, 3 milyardan fazla insanın günde 2,5 dolardan az kazandığı, 2 milyar insanın güvenli su kaynağına erişimi olmadığı, 165 milyonu 5 yaşına kadar olan çocuklar olmak üzere 800 milyon insanın yetersiz beslendiği, her yıl 2 milyon çocuğun önlenebilir hastalıklardan öldüğü, 1,5 milyar insanın elektriğe erişiminin olmadığı kapitalist bir dünyada tartışılabilir olmadığını göstermek için daha fazlasına ihtiyaç var mı?