Cumhuriyet Tartışmaları 4: 2010’da liberal, 2013’te Kürtçü, 2015’te Türkçü, 2016’da NATO karşıtı, 2017’de Aziz Atatürkçü
Cumhuriyet Tartışmaları 4: 2010’da liberal, 2013’te Kürtçü, 2015’te Türkçü, 2016’da NATO karşıtı, 2017’de Aziz Atatürkçü
Gazete Manifesto’da Cumhuriyet kavramını değerlendirdiğimiz yazı dizimizin dördüncü bölümünü Cumhuriyet’in tasfiyesine ayırarak, bu sürece nasıl gelindiğini, 2. Cumhuriyet’in idelojik zeminini yaratıp yaratmadığını ve yeni bir Cumhuriyet için hangi zeminde mücadele edilmesi gerektiğini Akademisyen-Yazar Barış Zeren ile birlikte değerlendirdik.
“Cumhuriyetin çözülüşüne karşı resmi bir direniş olmadı”
Cumhuriyetin tasfiyesini ve bu sürece nasıl gelindiğini değerlendirmesini istediğimiz Barış Zeren bize şu yanıtı verdi;
“Cumhuriyet’in tasfiyesiyle ilgili en önemli nokta, rejimin içeriden çöktüğü gerçeğidir. Kuşkusuz, dış etkeni tümden yok sayamayız, malum, 1970’lerden beri Batı’dan esen, Sovyetler’in çözülüşünden sonraysa şiddetlenen bir ‘ulus-devletler çağı geçti’ fırtınası vardı ve Türkiye Cumhuriyeti de bundan nasibini aldı. Ama cumhuriyetin çözülüşüne karşı elle tutulur bir ‘resmi’ direniş olmaması, bu zamana kadar kurumların içten içe yıkılmış olduğunu gösteriyor. Toplumca cumhuriyet kurumlarını çetin ceviz sanıyorduk, ama AKP –üstelik korka çekine– cevizin kabuğuna bir bastırdı, kabuk anında içe doğru çöktü. Çünkü çoktan çürümüştü.
AKP, bu kurumların, siyasetlerin kendini inkâr ve imha pratiğiyle kendine alan buldu. Yani bir başarısından ziyade, yolu açıldı. Ordunun 15 Temmuz’dan sonra hali belli. CHP artık herkesin gözünden düşüyor. Ama bu son döneme bakmayalım da, tam tersine, AKP’nin daha yolun başında olduğu dönemlere bakalım. Örneğin en temel kurumu, yargıyı ve AKP’nin kapatılma davasını anımsayın. Anayasa Mahkemesi iktidardaki partinin anayasayı çiğnediğini tespit ediyor ve fakat partiyi kapatmıyor, iktidarda kalmasını onaylıyor. Bu demokrasi retoriğiyle hukukun ezildiği, son derece uçuk, neredeyse karikatür bir karardı. Nihayetinde ‘al bu rejimi yık’ demekti ve iktidar da söyleneni yaptı, üstelik demokrasi adına Doğan medyasının, plazaların alkışlarıyla. CHP de bu koronun içindeydi. Tayyip Erdoğan’ın en zayıf olduğu o günlerden bugün ‘OHAL KHK’larını anayasa açısından denetleyemem’ diyerek kendi varlık nedenini ortadan kaldıran, hükümete anayasayı ezip geçme meşruiyeti veren bir Anayasa Mahkemesi’ne vardık. Özür dilerim ama, bunda Erdoğan’ın payını o kadar abartmayalım; diğerlerine haksızlık oluyor.
Peki bu neyle açıklanabilir? Gaflet mi, dalalet mi, hıyanet mi? Tabii Mustafa Kemal, bir noktadan sonra bunların arasında çok da fark olmadığını söylüyordu. Ama daha yapısal bakmak doğru olur kanısındayım. Malum, cumhuriyeti taşıyan kurumlar da hukuk da demokrasi de havada asılı durmazlar, bir toplumsal tabana dayanırlar. Bu da herhangi bir taban değildir, çıkarlarını kovalayan, gözeten, siyaseti yönlendirme gücü olan aktif bir toplumsal kesimdir, yani sınıftır.
Şimdi bunu Marksistler söyleyince burun kıvırıyorlar, ama eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ ki, Doğan medyasınca da sıkça görüşlerine başvuruluyor, ‘keşke milli burjuvamız olsaydı’ yollu bir açıklama yaptı. İlginç bir açıklama. Çünkü şu anda Türkiye ekonomisinin can damarlarını tutmuş, spordan kültüre her alanı ahtapot misali kaplamış bir burjuvazi var; acaba Orgeneral bunlara ‘gayri milli’ mi demek istedi? Keşke cumhuriyeti savunacak bir ‘burjuvazi’ olsaydı mı demek istedi? Ergenekon-Balyoz komplolarının en yakıcı döneminde görev yapmış bu komutan, acaba yaşadıklarından yola çıkarak burjuvaziye mi sitem ediyordu? Açıkçası o boyutta sözler ettiğini sanmıyorum. Ama bu muğlak halde bile sezgisel bir ‘dayanak’ arayışı göze çarpıyor.
Şöyle bir tarihe bakıyorsunuz; devletçiliğin çökmeye başladığı, özel sektörün, büyük girişimcinin ekonomi ve siyaset sahnesine etkin biçimde çıktığı momentler ile siyasal İslam’ın yükseliş momentleri örtüşür. 1970’lerden beri izleyin, 12 Eylül’ü alın. Ya da daha güncel, hemen bugünden bir fotoğraf: Siyasal İslam bütün dizginlerinden boşanmışken, bütün laik cumhuriyet kurumları çökmüşken nedense ‘laik’ sermaye yerini korumuş, hatta ve hatta AKP döneminde servetine servet katmıştır. Daha geçende, birinci sermaye grubundan Ali Koç Erdoğan’ın ‘sanayiciyi korumasına’ övgüler düzüyordu; daha evvelsi gün, ‘finans dünyası coştu’ haberlerini okuyoruz, bankalar 9 ayda kârlarını ciddi oranda artırmışlar. Hatırlatalım: Bütün bunlar, anayasa, parlamento ve hukukun tepelendiği bir dönemde oluyor. Böyle bir durumda, bir büyük sermayedar, neden yeniden özelleştirmelerin mahkemelerce iptal edileceği, mecliste bir gecede istenen yasaların çıkmasının zorlaşacağı, insanların hak arama imkânlarının gelişeceği bir düzene geri dönmek istesin? Hatta patronlar gözünde Misak-ı Milli sınırlarının bile vazgeçilmez olduğundan emin olmayın. Böyle bir sınıf için ideal olan, vasatlıktır; Malezya tipi, kendi yaşam tarzlarını koruyacak kadar ‘ılımlı’, bütün halkın ise ‘ara eleman’ olacak kadar vasat bir bilinç-eğitim-ücret düzeyinde kaldığı İslami bir toplum iyidir.
1970’ten beri aşama aşama sermayedarlar cumhuriyetten vazgeçtiler. Cumhuriyetin sınıfsal dayanağı kayboldu, içeriden çöküşün sırrı kanımca bu. Ama hâlâ güzel Atatürk PR’ı yapıyorlar, takdir etmek gerek.”
“İdeoloji soyut bir şey değildir”
2. Cumhuriyet’in kendisine ideolojik bir zemin yaratıp yaratamadığını sorduğumuzda ise Zeren şu ifadeleri kullandı;
“Hayır ve mümkün de değil. Herhalde yapılan en büyük söylemsel yanlışlardan biri, ikinci bir cumhuriyet ya da düzen kurulduğu iddiasında bulunmak. Böyle bir durum yok ve bunu en iyi AKP’liler biliyor.
AKP’nin düşünsel arayışları ilginç. Önce neden bizde kültür alanında kıtlık var sorusuyla yola çıktılar, sonra anlaşıldı ki, kıtlık yalnızca kültürel alanda değil. Şimdi kendi siyasal fikriyatlarından bile emin değiller. Hiçbir üretimleri yok.
Bakın ideoloji hiç soyut bir şey değil. En rahat gözlemlenebileceği yer, eğitimdir. Devletin bir resmi ideolojisi oluşmuşsa, doğrudan eğitime yansır, yalnızca eğitimin içeriğine değil, onun disiplinine yansır. AKP dönemi, eğitimde haksızlıklarla, iflaslarla, skandallarla dolu bir dönemdi. Bir ders kitabı yazamıyorlar, bir sınav düzenleyemiyorlar, ne eğitimi? Bunlar teknik yanlışlıklar değildir, iş bilememe değildir. Bunlar, toplum yönetme ve dolayısıyla ideoloji kurma kabiliyetsizliğinin en bariz işaretleridir. Böyle bir zihniyet ancak varolanı bozar ve bu da yeterince büyük bir tehlikedir.
AKP’nin ideolojiyle işi yoktur. İdeoloji, tutarlı fikirler bütünü demektir, idealler sistemi kurabilmek demektir ve “ideolog” modern toplumları yönetmek üzere, Fransız devrimi sonrası dönemde ortaya çıkmış bir tiptir. Yoksa Ortaçağ despotizmiyle, mistik hurafelerle, saltanat efsaneleriyle eğitilmiş kafaların teorilerle uğraşabilmeleri, toplumu böyle idealler etrafında birleştirip seferber edebilmeleri, hatta bir vatan mefhumuna varabilmeleri imkansız. AKP’yi iktidara getirenler de zaten tam da bu nedenle, kolay yönlendirilebilir, ilke, omurga, fikir yoksunu bir kadro bulduklarını düşünerek getirdiler
AKP Türk-İslam Sentezci kadrolarca kuruldu, ama asıl olarak liberal ideolojiden beslendi biliyorsunuz. Birikimsizdiler, her türlü birikime düşmandılar ve Birikim’cilerden ideoloji ithal ettiler. Kemalizme saldırırken liberallerin çok incelikli görünen, aslında kaba, sığ söylemlerini kullandılar. Şimdilerde liberallerle araları açıldı, bir kısım cumhuriyet davasından dönmüş ulusalcıdan söylem devşirmeye çalışıyorlar. “Anti-emperyalizm”, “aziz Atatürk” etiketleriyle sıkıştıkları köşeden kurtulmaya çalışıyorlar.
Burada tabii ok gene AKP’den çok ona bu kılıfları sağlayan, siyasetin farklı kesimlerine dönüyor. Türkiye’de sistem toptan olarak despotizme o kadar susamış ki, en ufak birikimi olmayan bir politik lider, 2010’da liberal, 2013’te Kürtçü, 2015’te Türkçü, 2016’da NATO karşıtı 2017’de aziz Atatürkçü olabiliyor ve her defasında ilgili kesimlerden destek bulabiliyor. Böyle bir partiyi 15 yıl iktidarda tutan herhangi başka bir şey değildir, işte her defasında devşirdiği destekçilerdir. Yoksa, hiç kuşku yok, bu parti 2008 yılını çıkaramazdı.”
“Sola ve sosyalistlere çok görev düşüyor”
Zeren yeni bir cumhuriyetin hangi zeminlerde inşa edileceğine ilişkin ise şunları kaydetti;
Burada dikkati hep AKP’den çok daha genel bir tabloya çekmeye çalıştım. Bunu ne kadar tekrarlasak az, AKP bir neden değildir, bir sonuçtur. Sistemi yöneten odaklar çoktan cumhuriyetten çoktan vazgeçmiş, despotizme susamıştı. 2000’li yıllardaki ekonomik krizler bu susamışlığı daha da artırdı. Bu vurguyu yapmamızın nedeni de, AKP’nin çözülmeye başladığı şu dönemde yeni siyasal dinamikler boy göstermiş olması. Artık gözlerimizi AKP ve Erdoğan’dan daha geniş çerçeveye bakmaya alıştırmamız gerekiyor. İşte İyi Parti çıktı. Ne diyorlar hâlâ belli değil, bir adım ileri iki adım geri gidiyorlar ve ortalığı daha da karıştırmaları muhtemel.
Bütün bu çürümüşlük ve reflekssizlik sözlerim yanlış anlaşılmasın. Yalnızca resmi siyasal, kurumsal odaklar için bunu kullanıyorum. Yoksa Kemalizm ve cumhuriyet toplum içinde çok daha canlı biçimde varlığını sürdürüyor. Türkiye toplumu son derece politize, dinamik ve gözlemcileri her defasında şaşırtacak kadar bilinçli. Hatta Doğan Avcıoğlu görse ne derdi, çok da sol vurgularla yaşanıyor. Bir tür popüler sol Kemalizm gözleyebiliyoruz. Arap Baharı döneminde Fransa’da bir panelde bir Tunuslu akademisyen söylemişti bunu. İslamcılar iktidara gelince Tunus halkında bir tür “popüler Bourgouiba’cılık” patlaması yaşandı demişlerdi. Sonradan Mağribi’de sol ve laik güçler, bu taban refleksine dayanarak, çok kararlı, doğrudan bir muhalefetle İslamcıları alaşağı ettiler. İslamcılar da fıtratlarına uygun olarak, zoru görünce hemen gayet güzel “laikleştiler”. Burada ise CHP yönetimi ‘dincileşiyor’. Besmeleli et peşinde, İmam Hatiplerin helal parayla açılıp açılmayacağını tartışıyor. Kılıçdaroğlu’nun bir tane programı ve işlevi var sanırım: Kitlelerdeki bu cumhuriyetçi canlılığı söndürmek.
NATO’culukla başlayıp sermaye kesimine bağımlılıkla devam eden bir tarihin memleketi nasıl hallaç pamuğuna çevirdiğine bir de bu açıdan bakın.
Şu anda somut iki çıkış programı görünüyor. CHP’nin de Akşener’in de, müstakbel bilumum proje siyasetin, örneğin HDP’nin de odaklandığı nokta birincisi: 2019 seçimleri. Burada bir tür koalisyonla Erdoğan’ı devirecekleri umudu yaymaya çalışıyorlar. Olursa, yeni başkan, başkanlık sistemini ortadan kaldırıp yeniden parlamento kuracak; harika senaryo. Bunun başarılı olacağı tabii son derece meçhul. İktidarın yenilgiyi kabul edip çekileceği nereden çıkıyor? Şu ana kadar emrivakiyle devam etmiş, irade gaspında ustalaşmış, üstelik yargılanma tehdidi altındaki bir siyaset, şapkasını alıp gidecek öyle mi?
Burada da ikinci program kendini gösteriyor: AKP’nin çözülmesi. ABD’nin de oynadığı seçenek bu. Abdullah Gül buna aday olduğunu belli edecek hamlelerde. Oysa daha önce Gül, benzer fırsatlarda son derece çekingen davranmış, inisiyatifi Erdoğan’a kaptırmıştı. Demek, sistem içi bir çözüm, ancak bu iki “yarım” ihtimal iki vektör bir arada çalışırsa ve daha çok da AKP’nin çözülmesi hızlanırsa, belki ve belki, başarılı olabilir.
Ama olsa ne olacak? Bu yeni bir cumhuriyet kurma değil, hatta şöyle ya da böyle bir düzen kurma değil, Erdoğan’dan kurtulma ve basbayağı tezgahı kurtarma programıdır. Hadi Erdoğan gitti, AKP gitti, ekonomide nasıl bir köklü dönüşüm olacak, nasıl bir anayasa isteniyor, bu konuda net bir fikir gördünüz mü? Ben göremedim. Üstelik, tüm yenilik iddiasına rağmen Meral Akşener’de de yok. Çünkü siyasetin ufku yalnızca tezgahın devamı için tehlike yaratan uçları törpülemeye inmiştir, o da mümkünse.
Bütün bu hassas tabloda söz konusu tezgahın dışındaki unsurlara, özellikle sola ve sosyalistlere çok ciddi görevler düşüyor. Herhalde en başta, ölmüşü dürtmemek ve bu tür sahte çözümlerin cazibesine kapılmamak gelmektedir. Zaten geçtiğimiz seçimlerde, bakkal hesabı sandık aritmetiklerine dayalı proje muhalefetler, Türkiye’de siyasetin acı gerçeklerine çarparak bir bir dağıldı. Gene aynı kuyuya düşülürse çok yazık olur.
İkincisi, artık bir muhalefet hareketi değil, iktidar hareketi gibi davranmak zorunluluk ve sorumluluk gereği görünüyor. Bu ülkede sol bir iktidarın koşulları vardır. Üstelik, çok ileri bir düzeni taşıyacak nicelikte ve nitelikte insan birikimi de vardır. Bu, tarihsel bir avantaj.
Üçüncüsü, bunun bazı başlıklarla programa dökülmesi de önümüzdeki görevler arasında. Madem 1923 cumhuriyeti sınıfsal dayanağını yitirmiştir, yeni bir cumhuriyet için diğer modern sınıfa, toplumun en geniş sınıfına, emekçi kesime dayanmak mümkün müdür? Her koşulda böyle bir dayanak oluşturmak için devletçilik ve planlamacılığın yeniden gündeme alınması zorunlu görünüyor. Kürt sorununun emperyal yörüngeden çıkarılması için bugün her zamankinden daha fazla zemin var, bu cumhuriyetin kritik sorunlarından biriydi ve şu anki kriz halinden çıkarılması mümkün. Üçüncüsü, laiklik meselesidir. Bu, ülkede yaşayan milyonların hayat memat meselesi haline gelmiştir. Dinci yobazlıkla çocuklarımızın gelecekleri karartılmış durumda. 1923 Cumhuriyeti’nin şu ya da bu nedenle eksik bıraktığı laikleşmeyi bugünün milyonlarıyla el ele nasıl tekrar sağlayabiliriz? Bunların yanıtı, önümüzdeki dönemin önemli üç gündemi. Artık yükümlülük bunlara ortak yanıtlar verecek güçlerin omuzlarında.”