Düyun-u Umumiye'den Varlık Fonu'na yağmanın kısa tarihi

Irmak Ildır yazdı: Düyun-u Umumiye'den Varlık Fonu'na yağmanın kısa tarihi

Asıl adı Türkiye Varlık Fonu Yönetimi Anonim Şirketi olan fonu Pazar günü yapılan bir açıklama gündeme getirdi. Ağustos ayında yayınlanan bir kararname ile kurulan ve Pazar günü Bakanlar Kurulu tarafından alınan kararın Başbakanlıkça açıklanmasının ardından ülke gündemine gelen fon, haklı nedenlerle tartışma yarattı. Pek çok iktisatçı, yazar, kurum ve siyasi parti apar topar kamu mülklerinin yeni fona aktarılmasına karşı çıkarken, fonun dayanakları da rahatsızlık yaratmış durumda.

Özellikle itiraz edenler fonun Sayıştay denetiminin bağımsız kalmasına ve fonun amaç kısmındaki başlıklara dikkat çekiyorlar. Örneğin liberal iktisatçılardan Mahfi Eğilmez, fonun dünyadaki diğer örneklerden farklı bir mantıkla kurulduğunu belirterek, Türkiye’nin bütçe fazlası değil, bütçe açığı verdiğine dikkat çekiyor. [1] Dikkate alınabilir bir itiraz olmakla beraber, Eğilmez “finansallaşma eğilimine” genel olarak itiraz etmiyor.

Bu duruma itiraz eden bir başka yazıda ise fonun “rejimin Bonapartist eğilimini güçlendirdiğine” ilişkin bir tez ortaya atıyor.[2] Sermaye sınıfının fonun kuruluş mantığının arkasına dizilmesi rejimin sermaye düzenine ayrıksı, çelişkili, sermaye sınıfının yalnız tek bir kesimine dayanan bir müdahalesi olarak okumak güç.

Diğer yorumlar da benzer noktalara odaklanıyor. Öte yandan, özellikle fonu canhıraş savunmaya çalışanlar Varlık Fonu’nun “kalkınma arttırıcı bir işlev göreceğini” belirtiyor. Fonun kuruluş esaslarında da, risk ve getiri tercihleri esas alınarak her türlü yatırım ve finansal işlem yapılabileceği belirtiliyor. [3] Fonun finansal araçlara yapılacak yatırım ve çeşitli yatırımların finansmanının sağlanması aracılığıyla on yıl içinde yıllık büyümeye ortalama yüzde 1,5’luk bir katkı sağlayacağını belirtiyor fon savunucuları.

Aslına bakılırsa fon savunucularının daha fazla söyleyebileceği bir şey bulunmuyor. Neredeyse toplam büyüklükleri 20 milyar doları bulan bir fonun yatırımlara dönük ciddi bir finansman girdisi sağlayacağı, gene AKP’nin çok şikâyet ettiği “finansal araçlara” kan taşıyacağı aşikar. Bununla beraber fonun oturduğu yer ekonomik büyümenin Türkiye için başka türlü sağlanamayacak oluşudur.

Neredeyse 40 yıla yaklaşan serbest piyasa serüveni Türkiye’yi pek çok kez yol ayrımına sürükledi. Bugün gelinen noktada ekonomik büyümenin sürdürülebilmesinin en etkili yolu bütçe dışı borçlanma yöntemidir. Bir başka deyişle kamusal kaynak aktarımıdır. 40 yıllık serbest piyasa savunucularının “devlet finansmanı” dışında gidebileceği bir yer kalmaması ne büyük komedi!

Onların komedisi, halkın trajedisine dönüşmesi büyük bir olasılıktır.

* * *

AKP’nin geçmişten bu yana aldığı en büyük miras yağma ve talan politikalarının devamcısı olmasıdır. Osmanlı’nın son dönemlerinden bu yana Türkiye’nin “kalkınma sevdası” sınırlı dönemler hariç aynı zorlukla karşılaştı: Bağımlılık duvarı. Bu duvar, sürekli bir biçimde borçlanmayı ve mali çöküşü getirirken, tehlike kapıya dayandığında her zaman halktan daha fazla tasarruf edilmesi istendi. Bu başarılamadığında fon yaratılarak kaynaklar dışarıya aktarıldı.

Belki de bu durumun en trajik ve derin yara açanlarından biri olan Düyun-u Umumiye pratiğidir. “Genel borçlar” anlamına gelen ve Osmanlı’nın son dönemlerinde emperyalist merkezlerin bastırmasıyla kurulan idarenin, tütün, tuz, alkol, ondalık vergisi pek çok tarımsal ürünün gelirine el koyduğu biliniyor. Örneğin daha sonra Reji adını alacak idare Osmanlı’da üretilen tüm tütün, tuz ve alkolün fiyatını belirleyen bir tekel haline gelmişti. Düyun-u Umumiye’nin etkisi öylesine büyümüştür ki; 1908 devrimi öncesinde sadece bu kurumda 10 bin memur çalışmaktaydı.

Bu kurumun yıkıcı etkisi oldukça büyük olmuş ve liberal kalkınmacıların deyimiyle, “kalkış noktasında” olan kalkınmanın bu noktaya takılı kalmasına sebebiyet vermiştir. Türkiye uzun bir süre “kalkışa” geçmemiştir. Halkın elinde ne var ne yoksa emperyalist merkezlerin yağmasına uğramış, sultan ve çevresindekiler de buna çanak tutmuştu.

Yağmanın tarihi sonra da devam etti. 1950 Marshall Planı yağmanın kapısını aralamış, 1954’e kadar Kore Savaşı’nın yarattığı iklimden beslenen büyüme daha sonra tersine dönmüştü. 1950, Türkiye’nin ABD bloğuna bağlanmasının dönüm noktasını oluşturmaktadır.

Daha sonra 24 Ocak 1980 kararları geldi. O güne değin sürdürülen devletçi kalkınma politikalarından vazgeçilmenin adıydı. Yağmanın kapısı öylesine aralandı ki; dağı taşı satmaya gelen bugünkü süreç başladı. Varlık fonu adı verilen yapının kurulması böyle bir dönemin ürünü olarak doğdu.

İşte yukarıda dönemeç noktalarının özetlendiği akış “yağmanın” kısa tarihidir. 150 yıla yaklaşan deneyimiyle bu kısa tarihin içinde her dönemeçte sermaye sınıfı palazlanıp, zenginliğine zenginlik katarken işçi ve emekçiler açısından tek sonuç “yoksullaşma” oldu. 2000’lerin başından beri büyük borçlanma döngüsüyle yol alan ekonominin bugün geldiği noktada emekçilerin alınteri ve zenginlikleriyle oluşturduğu kurumların uluslararası sermayeye ve onun yerli uzantılarına meze edilmesi dışında başka gidecek yeri kalmamıştır.

Bu durumda fonu savunanlara tek bir tavsiyemiz olsun; kamusal varlıklar meze niyetine yenmez.

Yemeye çalışanlar da, bugün yedikleri hurmaları düşünerek yarın neler olacaklarını düşünsünler.

Sonra “geçmiş olsun” demek de fayda etmez.

 

Notlar

[1]  http://www.mahfiegilmez.com/2016/08/varlk-fonu.html

[2] Ümit Akçay ve Foti Benlisoy’un yazısının mantığını sanırım Benlisoy oluşturmuş. Benlisoy’un yıllardır bitmez tükenmez “sermayenin iç muharebesine” ilişkin arayışı hala sürüyor. Halbuki uzun yıllardır çelişkili gibi görünen her adım sermaye sınıfının bütününü temsil ettiği için bugün devam ettiriliyor. Bir ara bunu da anlayacak büyük yazıcımız.   

Yazı için:  http://www.gazeteduvar.com.tr/ekonomi/2017/02/07/varlik-fonu-finans-kapitale-karsi-mi/

[3]  http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2016/08/20160826-1.htm