Ender Helvacıoğlu evrim ve bilim hakkında konuştu: Evrimci evrimi savunmak istiyorsa devrimci olmalıdır!
Ender Helvacıoğlu ile evrim, bilim ve siyaset üzerine Sosyalist Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan röportajı okurlarımızla paylaşıyoruz.
(Bu röportaj Sosyalist Cumhuriyet gazetesinin 3 Ağustos 2017 tarihli 34. sayısında yayımlanmıştır.)
AKP iktidarının toplumsal alana dönük İslamlaştırma saldırısı devam ederken, son haftalarda halka dayatılmaya çalışılan tüm başlıklar tepki topluyor. Müftülüğe nikah hakkı verilmesinden, müfredata cihadın sokulmasına ve evrimin kaldırılmasına kadar atılan adımlar ile ilgili Ender Helvacıoğlu ile bir röportaj gerçekleştirdik.
Sosyalist Cumhuriyet: AKP iktidarı geçtiğimiz hafta evrimin müfredattan çıkartılması ile birlikte, cihadın eğitime sokulması ve ibadet olarak lanse edilmesi, müftülere nikah kıyma hakkının verilmesi gibi gerici adımlar attı. Bunları genel anlamda nasıl değerlendirmek gerekir?
Ender Helvacıoğlu: AKP iktidarı marifetiyle bir karşı-devrim yaşandı. Şimdi bu karşı-devrim odağı rejimini dayatmaya, savunduğu dünya görüşünü ve yaşam biçimini yürürlüğe sokmaya, tabanını genişletmeye çalışıyor. Toplumun, günlük yaşamın, eğitimin İslamileştirilmesinin (Sünni İslam), kendi insan tipini yaratma çabasının adımlarıdır bunlar.
Bütün bu adımları atarken bir yandan pervasızlar, diğer yandan tepkileri yumuşatmaya, toplumu hamurlaştırmaya da çalışıyorlar. “Çocuklar evrimi anlamaz”, “cihat dediğin vatan korumasıdır”, “ister belediye memuru ister müftü kılsın, sonunda aynı nikâh değil mi?” gibi ideolojik çarpıtmalarla birlikte geliyor bu adımlar. Bu çarpıtmaların her birinde tav olan bir kesimi de bulabiliyorlar ne yazık ki.
Bunların devletten sonra toplumun da İslamileştirilmesi, İslami yaşam biçiminin dayatılması olduğunun net bir biçimde tespit edilip tavizsiz bir mücadele verilmesi gerekir.
S.C.: 4+4+4 eğitim sistemi, müfredata şu ana kadar alınan tüm gerici başlıklar, zorunlu din derslerinin ilköğretime kadar indirilmesi, okulların imam hatipe çevrilmesi, AKP’nin bugüne kadar hayata geçirdiği başlıklardı. Son attıkları adımlara birlikte AKP’nin laikliğin tasfiyesi bağlamında mutlak anlamda bir zafer kazanması mümkün mü? Yoksa İslamcıların kendi içlerinde önemli çelişkiler yaşadıkları bu dönemde bu adımların hızlandırılması başka bir anlam taşıyor mu?
E.H.: Siyasal İslamcıların mutlak anlamda zafer kazanmaları için Türkiye toplumunun en az yarısını sindirmeleri, susturmaları gerekiyor ki, ben bunu mümkün görmüyorum.
Türkiye toplumunun yarısının AKP-Erdoğan iktidarının bu tür girişimlerine ilişkin kafası net. Bunu eylemli olarak da ortaya koyuyor. Çağdaş-modern bir yaşamdan, laiklikten yana, cumhuriyet değerlerine bağlı, aynı zamanda yurtsever ve emekçi bir topluluktur bu. Ve bu potansiyel, Türkiye’nin (diğer Ortadoğu ülkelerinde bulunmayan) en büyük şansıdır. Kaldı ki, AKP tabanının (toplumun diğer yarısı diyelim) tümü de şeriat isteyen Siyasal İslamcılar’dan oluşmuyor. Dolayısıyla çatışmanın iyice keskinleşeceği kritik noktalarda Siyasal İslamcıların yalnızlaşacağını, çağdaş ve laik Türkiye’den yana olanların potansiyelinin yüzde 50’nin çok üstüne çıkabileceğini görmek gerekir.
Bunlar, AKP’nin kendi tabanını diri tutma, sağlamlaştırma çabasının adımları. AKP’nin alışılageldik yollarla toplumun tümünü yönetme potansiyeli yok; çünkü normal bir iktidar değil, bir karşı-devrim iktidarı. Dolayısıyla toplumu kutuplaştırma, keskin biçimde karşı saflara bölme ve bu yolla kendi tabanını çelikleştirme politikasını uyguluyor. Buna mecbur. Ama bu politika önünde sonunda baltayı taşa vuracak ve kendi içinde yarılmalar yaşayacak. Yarılma belirtileri de gözükmeye başlamıştır zaten.
S.C: Tüm bu başlıklara dair ne gibi bir mücadele süreci örgütlenmeli?
E.H.: Aslına bakarsanız bütün mesele, muhalefetin tutarlı, ciddi, olgun ve kapsayıcı bir önderliğe henüz sahip olmaması. Son 15 yıla halk hareketleri bağlamında bakarsak, Türkiye tarihinin en büyük hareketlerinin yaşandığını görürüz: Cumhuriyet mitingleri, Haziran Direnişi, Referandum’daki “Hayır” çalışması ve son Maltepe Mitingi… Her birinde milyonlar sokakları, meydanları doldurdu. Halk daha ne yapsın? Demek ki sorun öncülük iddiasında bulunanlarda.
Bu sorunun -aslında aynı kapıya çıkan- iki boyutunun olduğunu düşünüyorum. Birincisi sınıfsal omurga eksikliği, ikincisi de doğru bir önderlik eksikliği. Geniş kitle hareketlerinin sonuç alabilmesi için, bu hareketin içinde hem toplumsal anlamda hem de öncülük anlamında örgütlü bir güç gerekir. Yani başta işçi sınıfı olmak üzere bir emekçi omurgası ve bu omurgaya dayanarak harekete önderlik edecek politik öncü örgüt. Bu becerilemediği sürece, halk hareketi hem sonuç alamaz, hem de çeşitli düşman güçlerin sızmalarına, yönlendirme çabalarına göğüs geremez. Sözünü ettiğim halk hareketleri bu zaafı da net olarak gösterdi.
O halde işimiz gücümüz bu politik öncüyü inşa etmek ve emekçi omurgası yönünde yol almak olmalı. Bunu da en iyi bu hareketlere müdahil olarak yapabiliriz. En rahat örgütlenebilecek kesim, harekete geçmiş kesimdir.
Temsil etmeye çalıştığı kitlelerin değerlerinden kopuk olmayan, toplumun geçmiş kazanımlarına sahip çıkan, “radikal vatansever” ve “radikal halkçı” bir politik öncünün inşası sanırım bugün kritik mesele. Ancak böyle bir öncü örgüt, toplumu daha ileri politik hedeflere yönlendirebilir.
S.C.: Evrim konusuna gelirsek: Türkiye topraklarında evrimin savunulması ilerici kesimler açısından önem taşıyor. Evrime ve gericilerin pozisyonuna dair neler söylemek istersiniz?
E.H.: Aslında yaşanan tartışma/çatışma evrim kuramı tartışması değil; evrim öne çıkmış bir tema sadece. Gerek genel anlamda evrim kuramı, gerekse bu kapsamlı kuramın alt başlıkları bilimsel konulardır ve bilimsel platformlarda uzmanların katılımıyla tartışılabilirler ancak. Her önüne gelenin bu konularda atıp tutması, o konuda yıllarca eğitim almış, araştırma yapmış, literatür hatim etmiş, kafa yormuş, yazmış çizmiş, kısacası büyük emek vermiş insanlara saygısızlık olur. Kaldı ki, herkes biyolog olacak, evrim kuramını bilecek diye bir zorunluluk da yok. Çok iyi bir biyolog da örneğin resim yapmayı, piyano çalmayı, futbol oynamayı, marangozluğu, kamyon sürmeyi, siyaseti bilmeyebilir; o işlerin de kendi uzmanları var.
Peki, televizyon programlarında milyonların önünde, evde, kahvede, okulda, mahallede harıl harıl neyi tartışıyoruz o halde? Daha doğrusu topluma hangi tartışma dayatılıyor? Tartışma dinsel düşünce biçimi ile bilimsel düşünce biçimi arasındadır. Evrim kuramı bahane! Yani birbirine karşıt olan, sadece karşıt da değil, aralarında yüzyıllar olan iki felsefi yaklaşım, iki dünya görüşü, iki yaşam biçimi tartışılıyor.
Genetik sürüklenmenin ne olduğu, hangi mutasyonun ne sonuç vereceği, insan ile şempanzenin ortak atasının nasıl bir tür olduğu gibi konular toplumun acil sorunları içinde değildir doğal olarak. Aslında yapılan tartışma nasıl yaşayacağımız, çocuğumuzu nasıl yetiştireceğimiz, hatta nasıl giyineceğimiz ile ilgili; onun bir parçası. O nedenle bu kadar yakıcı ve can alıcı.
Bunu tespit etmek bilimciler ve evrimciler için neden önemli? Ancak o zaman tartışmayı yerli yerine oturtabilirler; yoksa uzlaşmak ve gericilerin oyununa gelmek işten bile değil. Artık Adnan Hoca gibilerinin modası geçti; onlar kendilerini “dünya işlerine” vurdular, görüyorsunuz. Yeni moda ise evrimi savunan dinciler. Bunlar “evrim vardır, doğal seçilim de vardır, genler de sürüklenmektedir, ama bütün bunlar bir ‘akıllı tasarımcı’nın işidir, Allah’ın işidir” diyorlar. Neredeyse, “evrim Allah’ın emri, inanmayan kafir” diyecekler! Bizim saf biliminsanları da rahata erecekler, evrimi kabul ettirdik diye. Böylece din ile bilim uzlaşacak, barış içinde bir arada yaşayacak! En başta postmodernistler, liberaller tav oluyor bu yaklaşıma.
Oysa bunun “ben laboratuarımda atomu parçalarım, bundan bomba mı yapıyorlarmış, beni ilgilendirmez” anlayışından bir farkı yok. Felsefesinden, tarihselliğinden, toplumsallığından koparılmış bir bilim herkesle uzlaşır ve herkesin oyuncağı olabilir. Anlaşıldığı zaman da iş işten geçer. Bu nedenle “evrimci evrimi savunmak istiyorsa devrimci olmalıdır” diyoruz.
Bilim ile din uzlaşabilir mi? Bilimsel düşünce biçimi ile dinsel düşünce biçimi uzlaşabilir mi? Bu iki farklı düşünce biçiminin yol açtığı farklı hayat tarzları barış içinde bir arada yaşayabilir mi? İkisini de kapsayabilecek bir toplum sözleşmesi oluşturulabilir mi? Olanaksız! Neden?
İki düşünce biçimi de evrensellik iddiası taşır. Gerek evreni/doğayı anlama ve açıklama, gerek toplumları yönetme, gerekse insanların günlük yaşamlarını düzenlemeye ilişkin yöntemler, değerler, ilkeler ve yasalar bütünü önerirler. Ama bu yöntemler ve dolayısıyla çıkarımları birbirine taban tabana zıttır. Daha doğrusu aralarında yüzyıllar vardır; bu, zıtlıktan da öte aşılamaz bir farklılık. 7. yüzyıl ile 21. yüzyıl nasıl bir arada yaşayacak; hele ikisinin de evrensellik ve iktidar iddiası varsa?
Evrensellik iddiası ve çabası, bu iki düşünce biçiminin, kendi yöntemlerini birbirlerine değmeden ve bulaşmadan uygulamalarını engeller ve çatışmayı getirir. Çatışma, iki düşünce biçiminden birinin sönmesi ve yok olması ile bitebilir ancak. Zaman zaman ikisinden biri üstünlük kazanır ve diğerini bastırır; ama bu, çatışmanın son bulduğu anlamına gelmez.
Siyasal İslamcılar bunu çok iyi biliyorlar ve iktidarlarını pekiştirmek için karşı safları yumuşat, uzlaşmaya zorlama çabası içindeler. Bu oyuna gelinmemeli.
S.C.: Nuray Mert Cumhuriyet gazetesinde evrim karşıtlığı üzerinden AKP’ye yandaşlık anlamına gelebilecek bir pozisyon içerisine girdi. Bu ve benzeri örnekler hakkında fikirlerinizi alabilir miyiz?
E.H.: Nuray Mert’i -önceki tutumlarını da bildiğimiz için- “saftirik bilimci” kategorisine sokamayacağım maalesef. Onun derdi yeniden AKP’ye yaranmak. Bunu yaparken de bilim etkinliğinin, bilimsel yöntemin ne olduğunu küpeşteden atıyor ister istemez. Felsefesinden koparılmış bilimin en cahilane örneklerinden birini temsil ediyor.
Nuray Hanımefendi evrim kuramından söz ederken, “adı üzerinde teori, nihayetinde bir akıl yürütme biçimi” diyor. Bu, bilimsel anlamda bir rezalettir. Çünkü kuram hakimiyeti, teknik içeriğin süzülmesini, damıtılmasını, iç bağlantılardan genel çerçeveye ulaşılmasını, tek tek yasaların nedenine ilişkin kafa patlatıp sonuçlar çıkarmayı gerektirir ki, -o alanda çalışıyor olsa bile- her babayiğidin harcı değildir. Bilimsel kuram çalışması, bilimsel etkinliğin en üst düzeyidir.
Güneş-merkezliliği öneren Kopernik teorisi de, kütle-çekim teorisi de, elektromagnetik teori de, atom teorisi de, matematikteki kümeler teorisi de, Einstein’ın özel ve genel görelilik teorileri de, kuantum teorisi de, levha tektoniği teorisi de, Marx’ın toplum kuramı da… Adı üzerinde teori, alt tarafı birer akıl yürütme biçimi, değil mi hanımefendi? İsteyen inanır, isteyen inanmaz!
Bu, bilimin sefaletidir. Daha doğrusu AKP’nin sefaletine bir biçimde dahil olma çabasıdır.
S.C.: Son olarak temel anlamda bilimsel görüş oluşturma ve bunun savunulması için biliminsanı olmayan kişiler için nasıl bir yöntem önerirsiniz?
E.H.: Yukarıda da söylediğim gibi herkes evrim kuramını veya kuantum kuramını bilmek zorunda değil. Ama bilimsel düşünce yöntemi herkesin, tüm toplumun ihtiyacıdır. Sadece bilim değil, sanat da yapsak, siyasetle de uğraşsak, spor da yapıyor olsak, hatta günlük yaşamda karşılaştığımız her türlü sorunda olgulardan hareket etmek, dogmalardan ve önyargılardan kurtulmak, sorunu kendi aklımıza vurarak çözüm aramak durumundayız. Bu da bilimsel düşünce biçiminin uygulanışıdır.
Emekçi aydınlanması ne demektir diye sorsanız, bilimsel düşünce biçiminin içselleştirilmesi ve toplumsallaştırılması çabasıdır derim. Bu kadar önemlidir bu konu. Hele bizimki gibi bir ülkede, laik, aydınlanmış, sosyalizme açılacak bir toplum kurma iddiası taşıyan kişi ve örgütler, bu mücadeleyi gündemlerinin ilk maddelerinden biri yapmak durumundalar.
Bütün bir uygarlık tarihine kuşbakışı göz attığımızda, bu genel süreç, insanlığın adım adım dinlerden kurtuluş tarihi olarak da okunabilir. Egemenlik ilişkilerinden ve sömürüden kurtuluş süreci, dinlerden kurtuluş sürecidir de aynı zamanda.
Bu kurtuluş mücadelesinin iki cephesi var: Birincisi, “saray dini” veya “devlet dini” diyebileceğimiz, egemen sınıfların dini bir sömürü aracı olarak kullanmasına karşı mücadeledir ve uzlaşmaz bir karşıtlık içerir. Dünya işlerinde dinin kullanılması ve kurumsallaştırılması kabul edilemez ve tasfiye edilmelidir. O zaman Allah da özgürleşecek ve gerçek yerini bulacaktır: Öte dünya!
İkincisi ise halkın -dinsel ritüeller de dahil olmak üzere- binlerce yıllık inançlarının kendi doğallığı içinde yok olması, deyim yerindeyse “sönmesi”dir. Burada zorlama olmaz. Bilimsel düşünce ve yöntemin toplumsallaştırılması ve toplumsal bir refleks haline gelmesi uzun yıllar içinde ve emekçilerin bizzat kendi pratikleriyle kendi kaderlerini ellerine almasıyla gerçekleşecektir.
Biz, bu mücadelenin neferleri olmalıyız.