Hakan Yerlikaya
Dönem Türkiye solu için zorlu bir dönem…
“Ne zaman zor olmadı ki?” diye bir soru gelebilir.
Burada kastedilen zorluğun, genel olarak ilk akla geleceklerle ilgisi yok…
Bunu belirterek giriş yapmakta fayda var.
Zorluğun yada zorlukların kaynağını yazının ilerleyen bölümlerinde açıp, bu zorluğu ortaya çıkaran nedenlerde solun kendi payını da ele alarak devam edeceğiz…
Ülkemizde sosyalizm mücadelesi yaklaşık yüz yıldır dönemsel bir çok zorlukla karşı karşıya kalmış, katliamlarla, tevkifatlarla, darbelerle, baskılarla bugünlere gelmiştir.
Sol, dünyada olduğu gibi Türkiye’de de dünyanın iki kutbundan birinin, sosyalizmin bir ağırlık oluşturduğu konjonktürün yarattığı nesnel zeminde yükselişe geçme olanaklarını yakalamıştır.
Türkiye solu bu olanakların gerek işçi sınıfı içinde, gerekse toplumsal alanda maddi karşılığının yaratıldığı dönemlerde (özellikle 1960-1980 aralığı) Türkiye sermaye sınıfının ve emperyalizmin yukarıda belirttiğimiz saldırıları ile karşı karşıya kalmıştır.
Bu bağlamda devrimci mücadelede zaten “göze alınan” zorluklar şu veya bu şekilde göğüslenirken, sözünü ettiğimiz dönem itibariyle saldırı altına alınan şeyin ise esasen solun siyasal ve toplumsal alanda gelişmekte olan bağımsız kimliği olduğunu hatırlamamız gerekir.
Sosyalist hareketin bu anlamıyla muhatap alınmasının nedenleri öznel ve genel anlamda kimliğinde yazılı olan ilkelere uygun bir mücadele perspektifi ile yolunu açmaya çalışmasıdır.
Özellikle öğrenci gençlik içinde anti-emperyalist mücadelenin yükselmesi, sermaye sınıfına karşı emekçiler içinde örgütlenme ve bunlara eşlik eden aydınlanmacı bir damarın giderek gelişmesi…
Ve sonuç olarak, Türkiye de gerek 1971 darbesi, gerekse 1980 darbesi sosyalist hareket ve gelişen işçi sınıfı hareketini doğrudan hedef almıştır.
Yani sol, sözü edilen dönemde o dönemin öznelerinin kendi güçlerinin, etkilerinin, emekçiler, gençler ve kadınlar içinde tuttukları yerin ötesinde siyaset alanında bağımsız bir kimlik olarak yer tutuyordu.
Tüm eksikleriyle, hatalarıyla, sonraki yıllara bıraktıkları miras ve deneyimlerle, bu tarih solun kendi tarihidir…
Gelelim solun bunalımı ve kimliksizleşmesine….
Sosyalizmin çözülüşü ile birlikte maalesef solun önemli bir bölümü, önce kimlik bunalımı yaşadığı bir döneme girmiş, sonrasında ise bu durum giderek kanıksanmış bir kimliksizleşmeye doğru evrilmeye başlamıştır.
Kimlik bunalımı, kendisini bağımsız bir güç olarak kurmak için taş taşımaktan kaçınan, emekçiler içinde kalıcı bir devrimci kanal açıp buraya yığınak yapmaktan imtina eden bir tercihin sonucu olarak kronik bir kimliksizleşmeye yol açmıştır.
Bu kimliksizleşme halinin öncelikle iktidar perspektifinden uzaklaşma, bunu öteleme ve günün sonunda aşamalı bir teoriyle açıklama zorunluluğuna, sonrasında ise düzen siyaseti ile mesafe konusundaki öznel tercihlere dayandığını yazmadan geçmeyelim…
Solda maalesef önemlice bir bölmenin bugün sosyalist bağımsız bir hattın kurulması, buranın güçlenmesi ve düzen dışı bir seçenek olarak çekim merkezine dönüşmesi için harcayacağı enerjiyi, düzen güçlerinin arasında köprü olma ve buradan devrimci bir hareketin çıkacağı beklentisiyle tüketmesi, geçmişten bugüne yaşanan benzer deneyimlerin ve beklentilerin bir dejavüsüdür…
Kendi bağımsız kimliğini örgütlemek yerine, yani dogru ama zor olanı tercih etmek yerine, güncel siyasi mücadele başlıkları karşısında sıkıştıkça düzenin dalgalarına binen sol, kimliksizleşmiş ve kimliksizleştikçe de düzen siyasetinin devrimci siyaset karşısında meşrulaşmasına katkıda bulunmaya devam etmiştir.
Burjuva düzenin siyasi krizlerine devrimci bir perspektif ile müdahale etmek ve başka kanala akıtmak öncelikle maddi bir güç olmayı zorunlu kılar. Buna itiraz yoksa öncelikle sosyalist hareketin böyle bir gücün temsiliyetini arkasına alması için yapılması gerekenler açıkken ısrarla bundan kaçınılmaktadır.
Düzen cephesinde son yıllarda ortaya çıkan gelişmeler, bu açıdan önemli örnekler sunmaya devam ediyor.
Gerek genel seçimler, gerekse referandum sonrasında HDP ve CHP ile aynı kadraja giren “arayışçılığın”, “sokakta hareket var, kayıtsız kalan devrimci değildir” gibi bir yaklaşım geliştirmesi sosyalistlerin kimliksizleşmesinin aynı zamanda başka erozyonlara neden olduğunu açıkça göstermektedir.
Bu siyaset tarzının Türkiye devriminin çıkarlarına ne kattığı sorusu net olarak sorulmalıdır.
Bizce bu sorunun cevabı düzenin iki siyasi odağı arasında kurulacak bir köprünün yapı taşı işlevi görmek asla olamaz…
Sosyalizmin bu topraklarda gerçek bir seçenek haline gelip gelmemesi, komünistler açısından devrimin çıkarları bağlamında değerlendirildiğinde en önemli parametredir.
Sosyalistler, işçi sınıfının temsiliyetini üstlenmekle beraber emekçi halkın arayışlarının sermaye düzeniyle bağını koparıp kendi bağımsız köprüsünü kurarak devrimci bir yola sevk ederler.
Diğer “arayışlar” ise sermaye düzeninin köprüsündeki onlarca renkten biri olmanın ötesine geçmez.
Kimliksizleşmenin başka bir sonucu “dün dündür, bugün bugündür” yaklaşımıdır.
Düzen siyasetinde kural olan bu yaklaşım, sosyalist solda bir siyaset biçimi haline dönüşmekte ve ortaya çıkan siyasi yanılsamaların üzerini örtmek için yerleşiklik kazanmaktadır.
Güncel olması nedeniyle CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun başlattığı Adalet Yürüyüşü’nün politik olarak düzen dışı bir noktaya bağlanacağını ya da evrileceğini düşünmek, beklenti içinde olmak, kimliksiz kalmış bir dizi sol için mümkün olabilir.
Ancak yakında yeni bir dejavü daha yaşanacağını beklemek gerekir…
Peki Adalet Yürüyüşü’ne katılan on binlerce insanın adalet talebi bizi hiç ilgilendirmemekte midir?
Elbetteki ilgilendirmektedir…
Tam da bu yüzden gerçek olanı söylüyor “Düzen değişmeden adalet gelmez!” diyor ve “on binler yürüyor siz ne yapıyorsunuz ?” diye soran meraklılar için “merak etmeyin gereğini yapıyoruz” diyoruz.
Yani doğru ama zor olanı…
Sosyalist siyasetin bugünkü güçsüzlüğü dönemseldir fakat böyle dönemler ideolojik, siyasal ve örgütsel olarak, doğruda ve ilkelerde ısrar konusunda daha dirençli olunması gereken dönemlerdir.
Yeterli direnç gösterilmeyip düzen siyasetine meşruiyet katacak yaklaşımlar açıkça sergilenebildiği gibi zaman zaman bu meşruiyet adımları radikal söylemlerin arkasına saklanılarak yapılabiliyor.
Düzen içi unsurlardan birinin başlattığı bir eylem ve sonuçları hakkında, üç gün önce yazıp çizdikleriyle yürüyüşün bağlanacağı sınıfsal karaktere vurgu yapan fakat bugün bunu inkâr eden bir pratik sergileyenlerde soldaki kimliksizleşmenin başka bir boyutu olarak karşımıza çıkabiliyor.
Düzen siyasetindeki dalgalanmaların veya taraflaşmaların toplumsal siyasal basıncı dayanılması zor bir kuvvetle yüzünüze çarpabilir. Buna karşı direnmek, geleceği bugünden kurmanın başlangıcı anlamına gelir.
Direnenler geçmişten bugüne yoluna devam ettiler ve etmeye de devam ediyorlar…
Direnemeyenlerin kırılganlıkları ve yanılsamalarındaki nirengi noktası ise düzen siyasetiyle ilişkileri ve büyük siyasetin parçası olma girişimlerinin ürünüdür.
Türkiye solunun yaşadığı bu kimliksizleşmeyle birlikte bugün önünde artık iki yol vardır.
Biri direnenlerin yoludur.
Her şeyden önce sosyalizme inanç, iktidar perspektifi ve örgüt gerektirir.
Güç olmayı hedefler.
Zordur, zahmetlidir, çok emek gerekir…
Diğeri geçmişten bugüne teslim olanların yoldur.
Sosyalist iktidar perspektifi gerekmeyebilir, örgüt önemlidir ama hareket daha önemlidir.
Daha kolaydır, zahmeti daha azdır, fazla emek vermeye de gerek yoktur…
Nasılsa düzen denizinde kabaracak uygun bir dalga olacaktır.
Olacaktır da, o dalga yakalandığında bağımsız bir güç olunacak mıdır?
Aslında geçmişte bir üçüncü yol daha tanımlanırmış, onlara da intihar edenlerin yolu denirmiş.
Fakat sosyalist soldaki kimliksizleşme intihar edenlerle, teslim olanların yolunu birleştirmiştir artık…
Çünkü bugün teslim olanlar, zaten intihar etmiş olacaklardır.
Direnenler ise eşitliği, özgürlüğü, gerçek adaleti getirmek ve düzeni değiştirmek için herşeyden önce kimliklerine sahip çıkmaya devam edeceklerdir.
Başka da yolu yoktur !