17 Şubat 2017 sabahına bir gece yarısı yıkımının daha haberiyle başladık: İstanbul Limanı Karaköy Yolcu Salonu da son dönemde sıklıkla yaşadığımız kent katliamlarından biri sonucunda yıkılmıştı. [1, 2]
1935 yılında İktisat Bakanlığı ve İstanbul Liman Direktörlüğü “İstanbul Limanı Galata Yolcu Salonu (Garmaritim)”için bir mimari proje yarışması açar. 1936’da sonuçlanan ve üç adet birincilik ödülü verilen yarışmada Rebii Gorbon’un tasarımının uygulanmasına karar verilerek Karaköy Yolcu Salonu olarak bildiğimiz yapı yapılır ve 1940 yılında kullanıma açılır.[3] Florya Atatürk Deniz Köşkü’nün mimarı olan Seyfi Arkan’ın ve Prof. Alfred’in de birincilik ödülü alması ancak Gorbon’un tasarımının uygulanmaya karar verilmesinin büyük tartışma yarattığının düşünülebileceğini de belirtelim.
Karaköy Yolcu Salonu, yalnızca bir limanın yolcu salonu olmasının da ötesinde, kendi döneminde kullanılan malzeme ve yapım teknikleri yönünden İstanbul’un ve Türkiye’nin ilk ve çağdaş liman yapısı olma özelliğini taşımaktadır. Yeni olan her şeye modern demenin tehlikeli bir yaklaşım olduğunun bilinciyle hareket ederek tarihsel bağlamda yenilikçi ve ilerici bu yapının önemine değinelim.
Türkiye mimarlık ve kent kültürü üzerine araştırma ve belgeleme çalışmaları yapan Arkiv’in internet sitesinde, yapıya çağdaş olma özelliğini kazandıran ve geçmişte kalan biçimselciliğin tersine işlevselciliğe verilen önceliği öne çıkaran vurgu bizim için önemlidir:
“(…) Ana yolcu terminali ve bekleme salonu mekânın organizasyonundaki çıkış noktasını oluşturmuştur. Bu mekânlar bir taraftan caddeye, diğer yönden iskeleye açılmaktadırlar ve çevrelerinde servis hacimleri yer alır. İkinci, üçüncü ve beşinci katlarda ofisler, depolar ve diğer servis mekânları bulunurken dördüncü kat restoran ve restorana ait yan işlevleri içeren mekânlara ayrılmıştır. (…)” [4]
Yine Türkiye’nin bir diğer önde gelen mimarlık ve tasarım sitelerinden biri olan Arkitera’da ise “Karaköy Yolcu Salonu Galataport’a mı kurban gitti?” sorusu sorularak bu yıkımın nedenini anlamamıza yönelik bir adım daha atılmakta ve bütüne dair bir parça daha ortaya konmaktadır. [5]
Arada, Karaköy Yolcu Salonu’nun yıkılmasına karşı verili bir an için geliştirilen popülist yaklaşımın büyük bir hata olacağını belirtelim. Bugün ne yazık ki mimarlık ve kent konusunda uzmanlaşmış kişilerin bile büyük bölümü bu hataya düşmekte, geçmişten öğrenmemekte, bugünü anlayamamakta, geleceği de –haliyle- öngörememektedirler. Cumhuriyet’in en önemli mimarlık okullarının öğretim görevlileri bile yok edilen bu kültürel miras için “hiçbir şey yapamadıklarımızdan” deyimini kullanabilmektedirler.
Bu yıkımın gerçek nedenini anlayabilmek için sermaye-emek çelişkisi üzerinden tarihsel bir yaklaşım geliştirmek gerekecektir, ki bunun için de öncelikle “liman”ın ne olduğuna bakmak gerekir.
Liman nedir?
Limanlar; genel olarak gemi, tekne ve benzeri deniz araçlarının demirlediği,yüklerini boşaltıp yükledikleri, ölçekleri değişen ve uluslararası olanlarındagümrük de bulunanmekânlardır. Su-yollarının karadaki uğrak noktası olanve genel olarak demir-yolları ve kara-yolları ile kesişerek ticaret merkezlerine dönüşen limanlar doğal çevrenin korunaklı ve stratejik noktalarında konuşlanırlar. Bu nedenle de limanlar, kent planlamasında önemli yer tutarak çevrelerini biçimlendirirler ve insan ve meta dolaşımı, konaklama ve çeşitli hizmetlerin gelişme göstermesini de sağlamaktadırlar.
Parça-bütün ilişkisini doğru kurmak istiyorsak, yalnızca döneminin ilerici bir mimari üretimi olarak gösterilen Karaköy Yolcu Salonu yapısını İstanbul’un ve İstanbul Limanı’nın tarihsel gelişim sürecinin bir parçası olarak ele almamız gerekmektedir.
Bizans dönemi Konstantinopolis’ine bir bakalım: Golden Horn (Altın Boynuz) olarak anılan Haliç’in güneyinde surlarla çevrili Konstantinopolis, kuzeyinde ise yine surlarla çevrili Ceneviz kolonisi Galata kenti yer alır. Bu iki kent mekânına ana hatlarıyla bakacak olduğumuzda şunları söyleyebiliriz:
Konstantinopolis kenti; Roma İmparatorluğu’nun geleneksel kent plan şeması olan Cardus ve Decumanus’un deforme de olsa uygulandığı, kentsel alt-merkezlerin birbirleriyle bilinen ilişkiler kurduğu, güneydeki Marmara kıyısında kent limanının (bugünkü Yenikapı) konumlandığı, yerleşimin ise ağırlıklı olarak düzlüklerde kurulduğu bir kent.
Galata kenti ise, coğrafi olarak Konstantinopolis’e göre daha zor olmakla birlikte, bu eğimli ve zor coğrafyanın getirilerini en verimli biçimde değerlendiren bir kent. Haliç’in kuzey kıyısında Bizans’tan gelebilecek saldırılara karşı tophanesini ve tersanesini bugünkü Kasımpaşa ve çevresinde konumlandıran Galata, Pera yarımadasının tam merkezine de gözetleme ve savunma amacıyla Galata Kulesi’ni inşa etmiştir. Denizcilik için en önemli verilerden biri olan hâkim rüzgâr verisini en doğru biçimde kullanan Galata, limanını da poyraz-lodos doğrultusunda ve kuzeydoğu–güneybatı yönünde, Bosphorus (İstanbul Boğazı) üzerinde bugünkü Karaköy yolcu salonunun olduğu (daha doğrusu olmadığı) yere kurmuştur.
Cenevizliler’den bu yana tarihsel liman bölgesi olarak gelişme gösteren Karaköy ve çevresine bir kez daha bakınca, liman çevresinde hanların ve pazarların kurulduğunu, sigortacılığın, bankacılığın, finans sektörünün geliştiğini, eski hanların oteller ve restoranlara dönüştüğünü ve çok sayıda hizmetin sektörel olarak gelişme gösterdiğini görürüz. Bütün bunları “kendiliğinden” olarak açıklayabilir misiniz? Elbette ki HAYIR! Somut durumun somut çözümlemesini yapmamızın ardından bu gelişimler üzerinden çıkarımda bulunmak adına birkaç da soyutlamayla devam edelim: Limanlar ve onunla kesişen ulaşım yapıları, insan ve metanın dolaşıma katılmasını sağlayarak ticaret işlevini bu alanlara taşırlar ve liman bölgeleri kent içerisinde merkezileşir. Hava-limanlarının da günümüzde diğer limanlarla benzer özellikler taşıdığını not edelim ve gerçekte yıkılanın ne olduğu sorusuyla devam edelim.
Karaköy’de yıkılan ne: bir liman yapısı mı, bir miras mı yoksa Cumhuriyet mi?
Yazımızın başında belirttiğimiz gibi yıkılanın ne olduğu sorusuna yalnızca “Karaköy Yolcu Salonu” yanıtını vermek, tarihsellikten kopuk ve kendiliğindenci bir yaklaşım olacaktır. Yapı özelinde bakılacak olsa bile, özellikle Cumhuriyet’in kuruluş dönemine ait, benzer biçimde “mimarlık ve kent katliamı”na kurban giden çok sayıda yapının sayılabilir olması başka ipuçları barındırmaktadır.
Gerçekler gün gibi ortadadır: Yıkılan ve yok edilen, bir yapını ötesinde, hem Cumhuriyet düzeninin somutlandığı ilerici, akılcı, işlevselci ve çağdaş mekânlardır hem de Cumhuriyet’in ilkeleriyle yaratılan kültürel mirastır. Kurumsal üst-yapısıyla yok edilen Cumhuriyet, düşünsel alt-yapısıyla ve bu alt-yapının somutlandığı üst-yapılarıyla, mimarlık, kent ve kültür mirasıyla yok edilmek istenmektedir. Bu bağlamda, düzenin kendisi, geriye hiçbir kalıntı kalmamacasına yok edilmek istenmektedir.
Edimsel yaşadığımız sermaye diktatörlüğü, kurulmak istenen yeni düzenin mekânlarını yaratmaya çalışmaktadır. Diktatörlüğün kendini var edip sürdürebilmesi için yaratılmak istenen mekânlar, üretim ilişkilerinde tekelleşmeyi sağlayan, kent ölçeğinde, devasa mekân ve yapılar olmak zorundadır. Propagandif olarak sıkça vurgulanan “büyüklük” söyleminin altında sermaye düzeninin kendini ancak büyük ölçekli ve baskıcı üretim yaparak sürdürebilir olduğu gerçeği yatmaktadır. En büyük hava-limanı, en büyük köprü, en büyük deniz-limanı, en büyük marina, en büyük cami gibi örnekler, insan ölçeğini aşması yönünden mekânın hem bir zor aygıtı, hem de üretim ilişkilerinin yeniden-örgütleyicisi olarak kullanılmak istendiğinin göstergesidir. Lefebvre’yi anarak diktatörlüğün üretim tarzının, kendi mekânını üretmeye çalışmakta olduğunu söyleyebiliriz.
Bu noktada bir hatırlatma yapmakta yarar var: Toplumsal ürünler olan mekânların tarihi de toplumlarınki gibi sınıf mücadeleleri tarihidir. Bu nedenle, kabaca bir anlatımla, kent mekânına yapılan her müdahalenin, üretim ilişkilerini değiştirmek üzere yapılan müdahaleler olduğunu söyleyebiliriz: Kentler, tarihsel varoluşları nedeniyle sınıf mücadelelerinden bağımsız olarak ele alınamaz.
Yapı ve mekânlar, gereksinimlerin karşılandığı, bu gereksinimlerin karşılanması ve işlevlerin gerçekleşmesi sürecinde kullanıcının davranış biçimlerine de yön veren işlev-örgütlenmesidirler ve yaşamsal işlevler mekânda örgütlenir. Mekân, örgütlenmenin hem nedeni hem de sonucudur.
Yönetsel üst-yapısını kurabilmek için başkanlık anayasasına gereksinim duyan sermaye diktatörlüğünün, kendi üretim ilişkilerini örgütleyeceği mekânları üretmesine izin verilmemelidir.
Ve son olarak, söylemlerimizde hep bir mekân tarifi olduğunu hatırlayalım:
Fabrikalar, tarlalar, şantiyeler, madenler, kışlalar, bütün yerleşkeler emeğin olacaksa eğer, emeğin ve emekçinin var olduğu, üretim ilişkilerinin varolduğu bütün mekânlarda emeğin egemenliğini kurmak için geçmişten bugüne kararlılıkla taşıdığımız mirasımıza sahip çıkılmalıdır!
Kaynaklar:
[1]: http://gazetemanifesto.com/2017/02/17/tarihi-karakoy-yolcu-salonu-geceyarisi-operasyonuyla-yikildi/
[3]: http://www.mimarlarodasiankara.org/yarismalardizini/
[4]: http://v2.arkiv.com.tr/p5312-karakoy-yolcu-salonu.html
[5]: http://www.arkitera.com/haber/28425/karakoy-yolcu-salonu-galataporta-kurban-gitti