Ölüm yıldönümünde Sevgi Soysal: Hâlâ 'Yenişehir’de Bir Öğle Vakti'
Ölüm yıldönümünde Sevgi Soysal: Hâlâ 'Yenişehir’de Bir Öğle Vakti'
Cengiz Kılçer
Sevgi Soysal, ‘Yeni Şehirde Bir Öğle Vakti’ romanında ki bu 12 Mart 1971 darbesini izleyen süreçtir, Kızılay semtinin en civcivli, gürültülü, servisi en çabuk, en ayakaltı yeri olan Piknik’in oraya akan insan kalabalığını bir film makinesinin objektifinden bakarak anlatır.
Romandaki temel olay sadece kökleri kurumuş olan bir kavağın devrilmesi midir tek başına. Zira bu kavak ağacının devrilmesi, Soysal için kâfi derecede hayati ve çok boyutlu objektifin içine giren coğrafyayı bütünüyle alt üst edebilecek bir değişiklik değildir. Kökü dar bir alana yayılan, kurumaya yüz tutmuş daha birçok kavak ile bağlantılarını kuramamış olduğundan dolayı kolay devrilen ve devrilmesine yön verilebilen bir kavaktır bu. Devrilmesi çok az şey değiştirse de devriliyordur yine de…
Sevgi Sosyal’a göre köküne öz suyu veren bazı kaynaklar kurumuştur ve bu kuruyuş özellikle büyüdüğü yerde gerçekleşmektedir, yani Ankara’da. “Ülkesiyle ve milleti ile bölünmez bir bütün olan Cumhuriyetimizin başkenti Ankara’dır. Ankara baştanbaşa taştır. Büyük Millet Meclisi de taştandır. Ankara bir “baştaş”tır. Müteahhitler bu şehri taştan yaratmışlardır. Bu taşların başında yine taş üstünde taş bırakmayan bir eski müteahhit vardır. Her gün taş gibi sözler etmektedir ve başımıza her gün yağan bu taşlarla iyice taş kafalaşan Ankara’mız da taş gibi olaylar savrulmaktadır.”[1]
Romandaki bu kavak kurumanın ve yozlaşmanın bir simgesi olmakla beraber aynı zamanda iktidarın temsilidir. Kavak ağacı romanın daha en başında, ilk satırda yer alır “Sanki büyük bir gürültüyle devrilecekmişçesine sallandı kavak. O her an oluşan, değişen şeyleri görmeyenler sezmediler bunu.”[2] cümlesiyle açılan roman “Çürük kökleri üstünde fazla duramayan kavak, özsuyunu tümüyle tüketmiş gövdesini bir sağa bir sola salladı, sonra büyük bir çıtırtıyla, ama o andaki bir kimsenin artık hiçbir şeyi değiştiremeyeceği andaki hızıyla Mevlüt’ün üstüne devrildi”[3] cümlesiyle son bulur. Soysal, romanda “önceden ima etme” yoluna gider ve Anton Çehov’un söylediği “Eğer ilk perdede duvarda asılı bir silah varsa, o silah ikinci veya üçüncü perdede mutlaka patlar” tavsiyesine uymuş görünür.
‘Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’ romanını oluşturan hikâyeler birbirleriyle olsun karakterleriyle olsun bir bütün oluştururlar. Olayların yaşandığı kısa zaman diliminde, olaylara ve kişiler geriye doğru gidişler şimdiki zamana dönüşler romanı daha bir zengin kılar.
Romandaki öne çıkan küçük burjuva karakterler
‘Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’nde yer alan zengin karakter çeşitliği arasında en çok küçük burjuva özelliklere sahip olanlar dikkat çekmektedir. Biz de onlara bir bakış atacağız. Romandaki kişiler neredeyse birbirlerinden bağımsız bir biçimde varlıklarını sürdürseler de Soysal bir yerde ve bir biçimde onları ilişkilendirir. Ne var ki ‘Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’ yayınlandığında geniş bir ilgiyle karşılansa da kimi eleştirmenler tarafından “roman bütünlüğünden yoksun” olduğu gerekçesi öne sürülerek eleştirilir. Romana daha derinlemesine ve içerden doğru bakıldığında bu eleştirinin hem erken yersiz olduğu, hem de gerçekçi olmadığı ortaya çıkar. Çünkü şu birkaç örnek bile romanda yer alan kişilerin birbirleriyle doğal ya da tesadüfi olsa da ilişkili olduklarına örnektir:
“Ahmet’in kendisine çarpmasından çok öfkelenen Hatice Uzgören, çizgileri belli olmayan ağzını gererek söylendi: “Allah canını alsın e mi?” Ahmet, Hatice Hanım’ın yanından Şükran’ın memelerini düşünerek geçip gitti.” s. 32
“Ama dilenci kadın büyük bir pişkinlikle sürdürüyordu dilenmesini. Hatice Hanım memleketin düzelmesinden iyice kesmişti umudunu; yürüdü, yanından geçen golf pantolonlu adamın selamını görmedi” s. 43
“Necip Bey, Hatice Hanım’a bilgili bir incelikle verdiği selamın karşılık görmemesine bozulmuştu. Ayıdır bunlar, hepsi, eksiksiz, dişi ve erkek ayılar. Ekose golf pantolonu, papyon kravatıyla, uzun saplı şemsiyesiyle göze çarpmayacak biri değildi ki. Görgüsüz, mahalle karısı, bir de öğretmen olacak!” s 44.
“Mehtap, açık kumral, uzun saçlarını, tek bir örgü halinde ensesinde örmüştü. Necip Bey’i bankaya girerken gördü. Onu iyi tanırdı.” s. 62
“Güngör, Necip Bey’in garsonla konuşmasını kızarak dinlemişti. “Kelek herif! Bir öğlen yemeği yiyecek, hem kendisine, hem de bize mırın kırınıyla yemeği rezil edecek.” s. 75
Hatice Hanım
Yenişehir ilkokullarından birinde yıllarca öğretmenlik yapan artık emekliye ayrılmış Hatice Hanım, romanın önemli ve unutulmaz küçük burjuva karakterlerinden birisidir. Kanunları çiğnemek en büyük suçtu Hatice Hanıma göre, heyhat yine de çiğneniyordu kanunlar; evinin bir aylık sabun tozu için ödediği para her ay artıyordu; Hatice Hanım hep aynı ölçüde sabun tozu kullandığı, bu kanuna dikkatle, özenle ve şaşmaz bir ciddiyetle uyduğu halde, demek ki başkaları, dışardakiler bozuyordu kanunları. Sokağa her çıktığında bir radar gibi kanun bozucularını tespit eder, onları kendince cezalandırır. Asla affetmeyen ve unutmayanların safındadır Hatice Hanım; suçlular unutulmaz, cezalar hiç unutulmaz, unutkanlık düzeltici, yapıcı değildir. Affetmek sağlıksızdır, mikroplara karşı ilaç kullanmamak, kanayan yaraya tentürdiyot dökmemek gibi bir şeydir affetmek. Hatice Hanım’a göre, uygar insan affetmez ve unutmaz, uygar insan cezalandırır; affetmek ve unutmak barbarlık, ilkelliktir ve elbette bu memleket yumuşak kalplilikten kalkınamamaktadır.
Sokağa çıkılmaz olmuştur Hatice Hanıma göre her yerde haksızlık, her yerde edepsizlik almış başını gitmiştir. Bu şehir iyice zıvanadan çıkmıştır artık. “Ankara caddelerinde pırtıl insan görünmezdi bir zamanlar” diye söylenir kendi kendine. Düzen vardı eskiden, otorite vardır, asayiş vardı; “odacılar, köydeki kadın akrabalarını hizmetçiliğe sokabilmek için şunun bunun iltimasını ararlardı; bakkallar aylık hesap ödendiğinde nasıl teşekkür edeceklerini bilemezlerdi” Hatice Hanım’a. Gerçekte kendi sınıfından olmayan herkese tepeden bakan, öfke duyan otorite ve düzen özlemiyle yanıp tutuşan biridir Hatice Hanım. İç ve dış dünyasında yaşadığı takıntılı derecedeki titizlik, düzen ve hiyerarşi düşkünlüğü onu ele veren diğer özellikleridir.
Necip Bey
Romandaki en ilginç kişilerden biri de ise Avrupai bir mirasyedi Necip Bey karakterdir. Kendisi Selanik kökenlidir “Ne de olsa Avrupa sayılır Selanik” sözüyle kendini başkalarından ayırır, ayrı görür. Ne ki, “Selanikli” sözüne Necip Bey’ in rahmetli annesi çok kızar, ne demekmiş Selanikli? Dönmesi var, palikaryası var, Bulgar’ı var, göçmeni var. Necip Bey de annesi gibi Selanik eşrafından olmaktan gurur duymaktadır. Necip Bey’in annesi, birini beğenmedi mi, “Anadolulu ne olacak, yoktur bunların efendiceliği, ayıdır ki bunlar, bakmayacaksın kusurlarına…” diyecek kadar da üstten bakar.
Necip Bey Selanikli olmakla övünür ama bununla beraber Yahudi olarak “suçlanmaktan” oldum olası korkmaktadır. Oğlu ile yaşadıkları ciddi bir tartışma esnasında oğlunun kendisine “Korkak Yahudi sen de!” diye seslenmesi şimşek gibi yankılanır beyninde. Oğlu arasa, tarasa, onu daha çok kızdıracak, yaralayacak, bir sözcük bulamazdı. Bu sözü, sadece, babasının korkaklığıyla alay etmek için, öyle sözün gelişi söylemişti, ama Necip Bey kahrolmuştu bir an; İstanbul’a çoban kılığında gelip okula başladıktan sonra, bütün arkadaşları, Selanikli olduğunu öğrendikten sonra yarı aşağılamalı, “Dönme misin?” sorusunu en az bir kez olsun sormuşlardı. Bu “Yahudi olmak” duygusundan kurtulamamıştı hiçbir zaman. Lozan’da okurken, Nazilerin Almanya’da en parlak zamanlarında, İsviçre’de de Yahudi düşmanlığı yayılmışken esmer teni ve hafif kemerli burnuyla Necip Bey’i herkes, sık sık Yahudi sanmaya başlamış, zamanla bir kompleks halini almıştı bu duygu. Necip Bey dolayısıyla Yahudilerden nefret etmektedir.
Necip Bey Piknik civarında bankadan para çekmek durumundadır. Ne var ki geçmiş de bir türlü aklından çıkmamaktadır, “Ağabeyinin batırmış olduğu paraları düşünüp hırslanmak günlük işlerinden biridir” çünkü. Bankadaki hesabından para çekmek ise yarı ölmek gibi bir şeydir Necip Bey için. Gelen geçen insanların yüzüne, sanki bankadaki paralarını fuzulî masraflarıyla bunlar tüketiyormuşçasına öfke ile bakmaktadır. Kim bilir, arsız çocukları günde kaç çikolata, dondurma tıkıştırıyor, gösteriş meraklısı karıları ele güne şan olsun diye ne masraflar yapıyorlardır ve hep birlikte Necip Bey’in mirasını tüketiyorlar, bankadaki parasının bitmesine yol açarak geleceğini karanlık tehlikelerle donatıyorlardır.
Kızı, hiçbir sorusuna karşılık vermiyor; oğlu saç uzatıyor, acayip bıyıklar bırakıyor, odasına Fidel Castro’nun resmini asıyordur; inat için yapıyorlardır bunları, hepsini inadına. Oysa liberal bir mirasyedidir Necip Bey, öyle görür kendisini, her sabah İsviçre gazetesi okumayı ihmal etmez, komünizmin ne olduğunu, kimlerin komünist olduğunu bildiği iddiasındadır. Ve elbette komünizme dair “etraflıca” ve yeterince de fikirlere sahiptir. Necip Bey’e göre komünizm modası geçmiş bir amele dinidir; bir zamanlar Avrupa’da fırtınalar koparmıştır ama Avrupalılar gereken önlemleri almışlar, açgözlü ameleyi doyurarak “haset beyinlerini bu dogmatizmin karanlığından” kurtarmışlardır. Şimdi de bazı şımarık gençler yeniden bu modayı keşfetmişlerdir, ama önemi yoktur bunun, sonunda babalarının paraları kendilerine kalınca, ya da çalışmaya başladıklarında bu gençlik çılgınlığını unutacaklardır mutlaka diye kendince düşünmektedir Necip Bey. Ülkedeki yakın dönem siyasal mücadelenin seyrine bir göz atıldığında bu düşüncesinde çok da yanıldığını iddia etmek zor gibidir.
Sevgi Soysal, Necip Bey’in hikâyesini 19 sayfa boyunca derinlemesine yani zaman zaman geçmişe, zaman zaman şimdiye gidip gelerek mükemmel bir biçimde ve şaşırtıcı bir ustalıkla işler. Hâsılı Necip Bey’in 19 sayfalık hikâyesi sanki bambaşka, olağanüstü bir romanın taslağıymış gibi hissetmemize yol açar.
Prof. Salih Bey
Prof. Salih Bey, apartmanı, arabası, arsaları olan, yazıhanesi iyi işlese de, geleceğe tam güven duyamayan tam bir orta sınıf mensubudur. Bununla beraber Prof. Salih Bey’deki güvensizlik duygusu çocukluğundan miras kalmıştır kendisine. Prof. Salih Bey yaşamda arzu ettiği amaca ulaşmış biri sayar kendisini ve bunda bir ölçüde haklıdır.
Salih, ilkokulu Ulus semtinde, küçük bir okulda okumuştur. Çocukların hepsi de Salih’in durumunda, aynı seviyede yoksul çocuklardır. Ama Salih, henüz o zamanlar, kendisini diğer çocuklardan ayrı tutar, ayrı olmak ister; daha o zamanlar ayrı olmayı koymuştur kafasına. Öbür çocuklardan tek imtiyazı daha çok fıstık, leblebi ve sakız bulunmasıdır ceplerinde. “Ama bu küçük, müphem ayrıcalık bile onun için, daha o yaşlarda, mutlaka büyütülmesi, geliştirilmesi gereken bir başlangıçtı. O zaman duyduklarını ve kendisine anlatılanları değerlendirerek, bu gelişmeyi çalışkanlıkla sağlayacağını düşündü. Çalışmak; cepteki sakızları, leblebileri, bilyaları öteki çocuklarınkinden çok daha fazlaya çıkarmak, sonra önlüğünün ceplerini parayla doldurmak, sonra onlardan daha iyi pabuçlar giyip onlardan daha hızlı, kışın çamurlara takılmadan yürümek. Belki ilerde, çok çalışıp bir bisiklete binerek onlardan, bu kel kafalı, kara çorapları beyaz lastikle tutturulmuş çocuk kalabalığından uzaklaşmak, uzaklaşmak.”[4] Uzaklaşmıştı da Salih… Zira Samanpazarı İlkokulu’nda okuyan kel kafalı oğlan, şimdi toplumda yeri olan hatırlı bir profesördü. Bir vekil kızıyla, Mevhibe Hanım ile evlenmişti. Karısına babasından kalan mirasın da yardımıyla mali durumu, en azından sosyal mevkii kadar sağlamdır.
Sevgi Soysal’ın bu romanındaki karakterler, edebiyat eleştirmeni Wayne C. Booth’un saptadığı gibi “karakterlerin gösterdiği gerçeklik ile ‘gerçek hayattaki’ modellerinin gerçekliği arasındaki tam anlamıyla doğru ilişkiye”[5] denk düşecek bir biçimde ustaca yaratılmıştır.
Son yerine
Sevgi Soysal’ın ‘Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’ romanı üzerine günümüze dek çok şey yazıldı, çok eleştirildi, üzerine çok konuşuldu ve bu durum, hem romandaki küçük burjuva özelliklere sahip karakterlerin günümüzdeki çeşitliliği yeniden ve ek alışkanlıklarla devam ettiğinden, hem de belki bütün kavaklar devrilmediği için, sürecek gibi görünüyor.
Bu durumda sorulması gereken iki soruyla bitirelim: “Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’ romanındaki olgular ve kişiler zamanımızda güncelliğini nasıl korumaktadır?” Ve acaba günümüzde de “sanki büyük bir gürültüyle devrilecekmişçesine sallanıyor mu kavaklar?”
[1] SOYSAL, Sevgi (1986), Bakmak, Ankara: Bilgi Yayınevi. s. 25
[2] SOYSAL, Sevgi (1973), Yenişehir’de Bir Öğle Vakti, Ankara: Bilgi Yayınevi. s. 5
[3] A.g.e s. 282
[4] a.g.y s. 93
[5] “Kurmacanın Retoriği”, Wayne C. Booth, Çev: Bülent O. Doğan, Metis Yayınları, 2012 s. 65