Özel mülkiyet yoksa insan hakları yok (mu?)
10-12-2017 08:47PUSULA | Özel mülkiyet yoksa insan hakları yok (mu?)
Demir Silahtar
Emperyalizme, kapitalizme ve özel mülkiyete son verilmesini başa yazmadan tutarlı bir insan hakları savunusu mümkün değildir.
90’lı yılların 2000’lere evrilmek üzere olduğu günlerde, insan hakları mücadelesinde önde gelen bir derneğin yerel şubesinde kesif sigara dumanı altında saatlerdir süren bir toplantının hararetli tartışmalarının yankılandığı duvarda asılı bir afiş… Afişte “sakıncalı” düşüncelerinden ötürü baskı ve zulme uğrayan sosyalist aydınlar, ilerici akademisyenler, devrimciler ve Kürt siyasetçilerin fotoğrafları arasında takım elbisesi, kravatı, çıkık alnı ve dudak üstü bıyıklarıyla sırıtan, oraya aitmiş gibi görünmeyen bir adam… Fotoğraftaki bu adam, o sıralar okuduğu bir şiir nedeniyle on ay hapis cezasına çarptırılan ve afişteki diğer isimlerle kıyaslanmayacak bir konfor içerisinde hapiste yatan, dönemin İstanbul Belediye Başkanı, bugünün Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’dan başkası değil.
Erdoğan ve partisinin iktidarda bulunduğu dönem zarfında yaşanan insan hakları ihlallerinin, bir ihtimal o afişi hazırlayanların da içinde olduğu on binlerce insanın mağduriyetine yol açması; “insan hakları” sınıf savaşımının bir alanı olarak değil, soyut bir demokrasi mücadelesinin bileşeni olarak anlaşıldığı ve gerici burjuva siyasetçileriyle sosyalist aydınların, devrimcilerin, ilerici bilim insanlarının aynı afişte yer almalarında insan hakları mücadelesi yönünden beis görülmediği müddetçe, en fazla tarihin bir ironisi olarak görülebilir.
Oysa insan haklarının bir kavram olarak ortaya çıkışı da bugüne kadarki tarihsel gelişimi de sınıf mücadeleleri ile sıkı sıkıya bağlıdır. On yedinci yüzyıldan itibaren burjuvazinin aristokrasiye ve feodaliteye karşı “doğal hukuk” ve “toplumsal sözleşme” fikirleri etrafında sürdürdüğü sınıf mücadelesi, “temsiliyet olmadan vergilendirme olmaz” sloganıyla gerçekleştirilen Amerikan Devrimi’ni ve “eşitlik-özgürlük-kardeşlik” sloganıyla gerçekleştirilen Büyük Fransız Devrimi’ni utkuya ulaştırdı. Bu iki devrimin öncülerinin yayınladıkları insan hakları beyannameleri tüm dünyada çürümüş ancienregime‘e karşı bir savaş çağrısı ve yeni kurulan burjuva hukuk düzenlerinin de temel ideolojik meşruiyet zeminioldu. “İnsan” artık “haklarıyla insan”dı.
Ancak insan hakları retoriğini kullanarak siyasal iktidarı aristokrasinin elinden çekip alan burjuvazinin insan hakları anlayışının merkezinde, kendi sınıfsal çıkarları gereği özel mülkiyet hakkı duruyor; yasa önünde eşitlik, düşünce ve inanç özgürlüğü, hatta yaşam hakkı gibi diğer tüm haklar özel mülkiyete olan ilişkisine, ona tehdit oluşturup oluşturmadığına göre tanınıyor veya görmezden geliniyordu. Kapitalizmin gelişmesi ve genişlemesiyle giderek daha açık biçimde görülmüştür ki, sermaye düzeninin ve onun hukukunun gözünde “insan, haklarıyla insandır”, lakin bazı insanlar yani mülk sahipleri, diğerlerine yani işçi ve emekçilere göre daha fazla insandır. Bazılarının ise insan olup olmadıkları bile tartışma konusudur; kadınlar, azınlıklar, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin halkları, farklı ırk, din ve cinsel kimliğe mensup olanlar burjuvazi tarafından uzun süre insandan dahi sayılmamış ve “insan”lara tanınan hakların birçoğu bunlara tanınmamıştır.
On dokuzuncu yüzyıldan itibaren yine sınıf mücadeleleri sayesinde ama bu kez işçi sınıfının sermayeye ve feodal artıklara karşı mücadelesi sonucu, insan hakları yeni bir içerik kazandı. İşçi sınıfının temel talepleri olan çalışma hakkı, barınma hakkı, eğitim hakkı, sağlık hakkı, sosyal güvenlik hakkı, örgütlenme hakkı, kültürel yaşama katılma hakkı gibi haklar işçi sınıfının bedel ödeyerek elde ettiği kazanımlar olarak, insan haklarının ayrılmaz unsurları arasına girdi.
Burjuvazinin devrimci olduğu dönemde bayraktarlığını yaptığı temel haklar, daha sonra işçi sınıfının burjuvaziye karşı verdiği mücadeleler sonucu elde edilen ekonomik, sosyal ve kültürel nitelikli haklar ve son olarak insan hakları literatüründe “üçüncü aşama haklar” adıyla anılan; ulusların sosyal-kültürel-ekonomik kaynaklarını korumaya ve geleceklerini belirlemelerine ilişkin barış hakkı, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşam hakkı, doğal kaynaklara ekonomik biçimde erişim hakkı ve benzer birçokları, yine kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfı mücadelelerinin ve Sovyetler Birliği başta olmak üzere sosyalist ülkelerin emperyalist-kapitalizm üzerinde uluslararası düzeyde uyguladığı siyasi – ideolojik basıncın kazanımları olarak BM İnsan Hakları Bildirisi gibi bir dizi belge ve çok taraflı antlaşma ile uluslararası hukuktaki “evrensel insan hakları” kümesinin birer parçası haline geldi.
Sosyalist devrimler ve ulusal kurtuluş savaşları çağı olarak adlandırılan bu dönemde, emperyalist kapitalizmin üzerinde durduğu toprağın kayıp gitmeye başladığını gören burjuva siyasetçileri ve ideologları, Sovyetler Birliği’nin başını çektiği sosyalist dünyaya karşı başlattıkları soğuk savaşın ideolojik-propagandif ağırlık noktasını, içeriği baştan aşağı kendi çıkarlarına göre tasarlanmış, bilimsel ve toplumsal gerçekliği tümüyle çarpıtmak üzerine kurulu bir “insan hakları” edebiyatı retoriği üzerine yerleştirdiler. “Demir perde” ülkelerinde yaşanan sözde insan hakları ihlalleri, ülkemizde de “Bütün Dünya” adıyla yayınlanan Reader’s Digest türü popüler basın yayın organları aracılığıyla bire bin katılarak dünya halklarını manipüle etmek ve işçi sınıfını kendi silahıylavurmak için yığınsal olarak servis edildi. Sovyetler Birliği’nin çözülüşünden sonra çarlığın yeniden kurulmasını savunacak, Pinochet’e övgüler dizecek kadar gerici bir ruh hastası olduğu herkesçe görülen ve sessizce unutuluveren Soljenitsin’in “İvan Denisoviç’in Bir Günü”, “Gulag Takımadaları” gibi pespaye kitaplarının veya daha Sovyetler Birliği’nde yayınlanmadan bir CIA operasyonuyla yurtdışına kaçırılan Pasternak’ın eleştirel romanı “Doktor Jivago”nun kapitalist ülkelerde baskı üzerine baskı yapması, emperyalistlerin edebiyat aşkından kaynaklanmıyordu.
Florian Henckel von Donnersmarck’ın yönettiği 2006 tarihli “Başkalarının Hayatı (DasLeben der Anderen)” filmi gibi daha rafine örneklerine halen tanık olduğumuz bu ideolojik karşı saldırının temel motifini, özel mülkiyetin bulunmadığı bir toplumda insan haklarından söz edilemeyeceği propagandası bulunuyor. Sosyalizmde ortadan kaldırılanın, tüketim nesneleri üzerindeki kişisel mülkiyet değil, üretim araçları (fabrikalar, atölyeler vb.) üzerindeki özel mülkiyet olduğunu geniş kitlelerin gözünden ustalıkla kaçırarak, sosyalizmi bir tür “sefalette eşitlik”arayışı olarak çarpıtan bu propaganda, sosyalist dünya sisteminin ortadan kalkmış olduğu günümüzde de hız kesmeden devam ediyor.
Oysa sosyalizm mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi yoluyla işçi ve emekçilerin kaderlerini kendi ellerine veren, insanlığın bugüne kadar tanık olduğu en büyük özgürleşme hamlesidir. Toplumun büyük bir çoğunluğunu üretim araçlarına sahip olan küçük bir azınlığın şahsi menfaatlerine ve hırslarına ücretli birer köle olarak hizmet etmeye mahkûm eden, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete dayalı kapitalizm ise, insan haklarının en büyük ihlalidir.
Emperyalizme, kapitalizme ve özel mülkiyete son verilmesini başa yazmadan tutarlı bir insan hakları savunusu mümkün değildir.