30 Ağustos’a karşı 15 Temmuz, 29 Ekim’e karşı 16 Nisan mı?
23-07-2017 10:00"AKP İkinci Cumhuriyet'i kurma peşinde" başlıklı bu haftaki PUSULA'nın giriş yazısı AKP'nin bu günlere nasıl geldiğiyle ilgili.
AKP İkinci Cumhuriyeti kurma peşinde
Ülkeyi iki kampa ayıran AKP’nin kendi sembollerini yaratma çabası kalıcı olamayacak kadar zorlama örneklerle dolu. Yıllarca “tek parti dönemi” ve “demokrasi” diyerek FETÖ ile beraber bir karşı devrim yürüten AKP, bugün geldiği noktada “tek parti dönemi”ne çoktan rahmet okutmayı da başardı
Bugün AKP-FETÖ ortaklığının en büyük destekçisi liberaller dahi adını koydukları “İkinci Cumhuriyet”ten kaçıyor. AKP, 15 Temmuz darbe girişiminin yıldönümünde bütün imkanlarını seferber ederek “destan” çıkarmayı zorlayarak “İkinci Cumhuriyet”in zayıf karnı olan ideolojik temelleri oluşturmaya çalışıyor. AKP fazlasıyla eklektik ve tamamıyla Kemalizmin ideolojik referanslarına karşılık üretmeye çalışan bir çerçeve ile “kurucu” olmak istiyor. Kuşkusuz, bu ülkede AKP’nin kapsayıcılık derdi olmadan ilerlemesinin sınırları var. Dahası, Müslüman Kardeşler’in sembolleri ile “milli” ve “yerli” olma iddiası ve devlet eliyle “bayram” ve “destan” kurmak mutlaka duvara toslayacaktır.
Bu haftaki Pusula’da bunlar gibi sorular üzerinden AKP’nin Birinci Cumhuriyet’i yıkarken gösterdiği beceriyi İkinci Cumhuriyet’i kurarken gösterememesi karşısında 15 Temmuz’un yıldönümüne ayırdık.
Dosya içerisinde aşağıda okuyacağınız giriş yazısı dışında, Ali Ateş tarafından yazılan “İkinci Cumhuriyet’in ideolojisi ne olacak?”, Derin Demir’in kaleme aldığı “İkinci Cumhuriyet’in aracı olarak 15 Temmuz zorlaması” ve Orhan Deniz’in Tayyip Erdoğan’ın Nâzım’dan şiir okumasına referansla yazdığı “15 Temmuz bayram ilan edilebilir de, asıl bu vatana nasıl kıydınız?” başlıklı yazılar yer alıyor.
İyi okumalar…
30 Ağustos’a karşı 15 Temmuz, 29 Ekim’e karşı 16 Nisan mı?
15 Temmuz’un yıldönümünde yaşananlar, ne kadar kaynak ve çaba harcanırsa harcansın AKP’nin başını çektiği “İkinci Cumhuriyet”in gerçek bir hikayesinin olamayacağını gösteriyor.
AKP, kuruluşundan bir yıl kadar sonra 2002 yılında iktidara geldiğinde Türkiye’yi bu kadar dönüştürebileceğini öngörmek olası değildi. 1999-2001 krizinin siyaseti tamamen dağıtması, merkez sağda Doğru Yol Partisi ve Milliyetçi Hareket Partisi’nin barajın hemen altında kalması, Cem Uzan’ın Genç Partisi’nin etkisi gibi bir dizi nedenle barajı geçen iki parti olması sayesinde neredeyse Anayasa’yı tek başına değiştirme gücünü ele geçirmesi beklenmeyendi.
AKP’nin ilk beş yılı, bu Meclis gücünü arkasına alarak emperyalizmin IMF aracılığıyla Türkiye’ye dayattığı neo-liberal ekonomi politikalarını uygulamakta benzersizliği ile geçti. AKP, tıpkı kendinden önceki sağ iktidarlar gibi, emperyalizm tarafından kendisine verilen ev ödevlerini eksiksiz olarak yerine getiriyordu. Meclis’teki çoğunluk yasama faaliyetlerini hiç olmadığı kadar hızlandırıyordu. Bir tüccarlar ve belediyeciler grubu olarak ekonomiyi hızlandıracak inşaat faaliyetlerine verdiği ağırlık da piyasa işleyişini hızlandırmıştı. Bu koşullar patronların rüyalarını süsleyen bir “Türkiye”nin önünü açtı.
AKP’nin “köksüzlüğü”
Bu arada AKP’nin en büyük becerisi kuşkusuz özelleştirmeleri tamamlaması oldu. Türkiye’de esas olarak 1923 Cumhuriyeti’nin iktisadi yapısını oluşturan kamu iktisadi teşekkülleri bir bir elden çıkarılıp burjuvaziye büyük bir kaynak aktarımı sağlanırken bir yandan da istikrar söylemiyle emekçilere iş sahibi olmanın dışında bir beklentilerinin olmaması gerektiği öğretildi ve kar oranları sürekli olarak arttı.
Bu tabloda, emperyalizmin “iftihar listesi”nin başında hep AKP ve Recep Tayyip Erdoğan vardı. 1923 Cumhuriyeti, Osmanlı’nın borçlarını ödemeyi, Düyun-u Umumiye, Reji idareleri gibi bu toprakların kaynaklarını doğrudan yabancılara kullandıran yapıları ve kapitülasyonları kaldırmayı başarmıştı. AKP ise, Turgut Özal’ın ülkeyi borçlandırma yoluyla uluslararası finans tekellerine bağımlı hale getirmesinin ardından emperyalizmin desteğiyle özelleştirmeler yoluyla ulusal bankacılık ve sigorta sistemi, stratejik enerji şirketleri ile birlikte endüstriyel tarım ürünleri işlemeye ve halkın ihtiyaçlarını ucuz yoldan karşılamaya dayalı yaygın sanayi ağını ortadan kaldırarak bu maddi temeli ortadan kaldırdı. Artık ikinci aşama da başlayabilirdi.
Burada Rabia işareti ile başlayan son dönem öncesinde de AKP’nin temel özelliğinin bu toprakların 250 yıllık modernleşme hikayesinin tüm değerlerini ve kazanımlarını yıkmak için hareket ettiğini görebiliriz. Emperyalizmin sadık kulu AKP, ülkenin tüm ilçelerine ve köylerine yayılacak şekilde tarım ve sanayiyi yok ederken esasında geçen yüzyılın ilk çeyreğinde büyük bedeller ödenerek kazanılan iktisadi gücü de yok etti. AKP’nin bu toprakların tarihine yabancılığı ve düşmanlığı burada yatmaktaydı.
Yıkmak için karşı-devrim ortaklığı
İşte bu “köksüz” AKP, arkasında başta ABD istihbarat örgütü CIA olmak üzere anti-komünist NATO yapılanmalarını alan Fethullah Gülen’e biat eden emniyet ve yargı yapılanmalarıyla bir “kontrgerilla” operasyonu başlattı.
2007 yılında 1923 Cumhuriyeti’nin devlet içinde etkin olan son kuvvetleri diyebileceğimiz güçlerin Cumhuriyet mitingleri, Cumhurbaşkanlığı seçimleri tartışmaları ve “e-Muhtıra” gibi adımlar atmasına karşılık olarak bizzat kendileri tarafından işlenen Danıştay baskını, Hrant Dink cinayeti gibi bir dizi cinayet ile başlayan Ergenekon, Balyoz, askeri casusluk gibi bir dizi dava ile sindirme yoluna gidildi.
Bu karşı-devrimci ortaklık 12 Eylül 2010 referandumunda “mezardakilerin çıkartılıp oy kullandırılması”ndan “okyanus ötesine” gönderilen selamlara zirve noktasına ulaşmıştı. Bu haliyle artık emperyalizme tam boy teslimiyet için devletin de çözülmesi ve yerine kendi yapılarını kurma adımı atılmış oldu.
2013 yılına gelindiğinde AKP İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşçu artık yıkım işinin tamamlandığını ve AKP’nin bundan sonra kurucu olacağını ilan ediyordu. Ancak bunu kendi başına yapacağını ve liberaller gibi o güne kadar beraber hareket edilen gruplara artık ihtiyaçları olmadığını da ilan ediyordu.
Yıkmak tamam, ya kurmak?
AKP’nin bu anlamda 1923 Cumhuriyeti’ni yıkmış olsa da Babuşçu’nun söylediği kuruculuğu tek başına yürütmekte aynı beceriyi gösteremediği açık. Babuşçu, “tek başımıza kurarız” dedikten sonra 2010 referandumundaki yüzde 42, 2017’de yüzde 49 oldu. Gençlerin ancak yüzde 35’inin “evet” dediği bir başkanlık rejimine geçilecek! Haziran Direnişi’nden Adalet Yürüyüşü’ne gelindi. Ayrıca, “Arap Baharı”nda zirveye çıkan siyasal İslam projesi rafa kalktı.
Bu tabloda, 15 Temmuz “lütuf” olarak görüldü. Ama aradan geçen bir yılda tüm devlet imkanlarıyla bile sokakta anmaya katılan 9 milyondan fazla üyesi olan AKP’nin bunun en fazla üçte ikisini harekete geçirebildiği devlet destekli bir “şov”dan ibaret kaldı.
AKP, iktidarını korusa da, esas olarak Erdoğan’ın “OHAL ile grevleri engelliyoruz” sözlerinde kendisini ifade eden patronların alternatifsiz siyasi temsilciliğinin ötesinde bir “kuruculuk” üstlenmekte beceri gösterememeyi sürdürüyor. Son olarak, Anıtkabir’in yapılaşmaya açılması haberlerinde gözüktüğü gibi 30 Ağustos’un karşısına 15 Temmuz’u, 29 Ekim’in karşısına 16 Nisan’ı çıkarmanın sakil kaldığı görülüyor.