Avrupa Birliği'ne nasıl bakmalı?
11-06-2017 12:03Umut Kuruç Bugün olan biten, uluslararası sermayenin yeniden yapılanması ve emperyalizmin yeniden paylaşım ve konumlanışı karşısında Türkiye’nin bu güçlerle bağımlılık ilişkisinin belirlenmesidir. Emperyalist sistem, çeşitli kapitalist güçler arasında, rakiplerine karşı durabilmek üzere çıkar birliklerini, askeri ve ekonomik ittifakları, koalisyonları, kurumları bünyesinde barındırır. Koşullar değiştiğinde bu birlikler bozulur ve yeni konumlanışlara göre yerine yenileri kurulur. Avrupa... View Article
Umut Kuruç
Bugün olan biten, uluslararası sermayenin yeniden yapılanması ve emperyalizmin yeniden paylaşım ve konumlanışı karşısında Türkiye’nin bu güçlerle bağımlılık ilişkisinin belirlenmesidir.
Emperyalist sistem, çeşitli kapitalist güçler arasında, rakiplerine karşı durabilmek üzere çıkar birliklerini, askeri ve ekonomik ittifakları, koalisyonları, kurumları bünyesinde barındırır. Koşullar değiştiğinde bu birlikler bozulur ve yeni konumlanışlara göre yerine yenileri kurulur. Avrupa Birliği (AB) de böyle bir birliktir.
2. Dünya Savaşı’ndan batı Avrupa büyük bir yıkımla çıkarken, ABD, dünyadaki en büyük emperyalist güç olarak Britanya’nın yerini alıyordu. Öte yandan Avrupa ülkelerinin işçi sınıfı ve emekçileri için çekim merkezi, aynı ülkelerin ve ABD’nin sermaye sınıfı için ise tehdit demek olan Sovyetler Birliği’ne karşı sermayenin önlem alması gerekiyordu. Böylece ABD hem kârlı bir yatırım alanı hem de sosyalizm tehlikesine karşı Marshall Planı adıyla Avrupa Kalkınma Programı’nı devreye soktu.
1947’de açıklanan planın temel koşulları, Fransa ve Almanya arasındaki gerilimin giderilmesi, savaşın yaralarını sarmaya başlayan Avrupa ülkelerinde ekonomilerin dışa açılması ve mali disiplinin sağlanmasıydı. Bu da kapitalist canlanmayı beraberinde getirecekti.
Avrupa sermayesi
Tarihsel köklerinin 1957’deki Roma Anlaşması olduğu bilinen bir ezber olsa da AB’nin temeli büyük sermayenin bu projesine dayanır ve 1949 yılında NATO’nun kuruluşuyla pekiştirilir.
Roma Anlaşması, “kalkınma, iş birliği, serbest ticaret” ana sloganıyla yola çıkarken, Avrupa sermayesi, 2. Dünya Savaşı sonrasında kapitalist sistemde oluşan ABD hegemonyası karşısında, Fransa ve Almanya önderliğinde kendini yeniden örgütlemeyi hedefleyecekti.
1950’li yıllarda gücünü arttıran Avrupa sermayesi, 1960’larla birlikte ABD hegemonyası karşısında bu hedefi öne çıkarırken 1990’larda artık ekonomik, siyasi, kültürel ve askeri olarak alternatif bir küresel güç olma iddiasını büyütecekti.
Maastrich (1992) ve Amsterdam (1997) anlaşmalarıyla sermayenin önündeki engellerin kaldırılması “yasalaşırken” mallar, insanlar, sermaye ve hizmetlerin serbest dolaşımı sağlanıyor, pazar genişliyordu. Bütün bu sürece Avrupa Komisyonu, Bakanlar Konseyi ve Avrupa Parlamentosu’ndan oluşan siyasi ve bürokratik kurumsallaşma eşlik ediyordu. AB’nin tam boy piyasacılık olduğu bir kez daha teyid edilirken Avrupa işçi sınıfının elde etmiş olduğu bütün tarihsel kazanımlar bir bir elinden alınıyor, sermayenin emekçilere sunduğu ekonomik refah ve bireysel özgürlük ise yoksullukta eşitlenmekten başka bir şey getirmiyordu.
Genişleme, serbest dolaşım gibi uygulamalar ise sermaye için daha geniş pazar, daha fazla ve ucuza emek sömürüsünden başka bir anlama gelmiyor. Yunanistan’dan, İspanya’dan, İtalya’dan, Portekiz’den başlayarak birlik ülkesi üyelerin emekçilerinin karşı karşıya kaldığı bugün tam olarak budur.
Pazar’ın ihtiyaçlarına uyumlu bir Avrupa
2008’le başlayan kapitalizmin yapısal kriziyle birlikte AB’nin, başta Almanya olmak üzere, merkez ülkeleriyle ABD arasında ve bu ülkelerle diğer AB üyeleri arasındaki rekabet ve çelişkiler daha da keskinleşmiştir. İngiltere’nin birliğe katılmasının esas nedeni olan Avrupa’nın Almanya ve Fransa arasında bölüşümünü engelleme hedefi gerçekleşemediği gibi özellikle Almanya’nın güçlenmesi de engellenememiştir.
İngiltere için AB’den çıkmak (Brexit) da şimdilik bu anlamda pek işe yaramış görünmüyor. Emperyalist Almanya güçlenmeye devam ediyor. Kartlar yeniden karılırken, AB’nin emekçi halklarına dayatılan seçme özgürlüğü Almanya Şansölyesi Merkel’in deyimiyle “pazarın ihtiyaçlarına uyumlu” olmadığı takdirde gayri meşru olmakla sınırlandırılıyor.
Komşumuz Yunanistan’da Türkiye solcusuna umut olan ve ülke içinde benzerlerini çıkarmaya sevk eden SYRIZA hükümetinin lideri Çipras’ın da bunu doğrulayan “Yatırımcı camiası hükümetimiz açısından son derece olumlu olan sonuçları görmeli. Yıllardır tıkanıp kalmış özelleştirmeleri hayata geçirdik. Yakında daha çoğunu da yapacağız. Yani çok ilerleme kat ettiğimizi düşünüyorum. Elbette daha fazlasını yapmalıyız. Bazı durumlarda kendi içimizdeki iletişimi artırmaya ihtiyacımız var fakat sanmıyorum ki bu gerçek bir sorun teşkil etsin.” sözleri, ABD desteğini de, sonrasındaki Alman emperyalizmine teslimiyetini de, sermaye sınıfına yaklaşımını da ifade ediyor.
Anti-emperyalizmi ulusalcılıkla/milliyetçilikle eşitleyen, Avrupa’nın muhtelif kaynaklarıyla fonlanan Türkiye “solcusu”na hatırlatalım: Emperyalist düzende esas olan, emperyalizmin ve onun zemini olan kapitalizmin sömürü ilişkileridir. Bu sömürünün sürdürülmesi için gerektiğinde askeri güç devreye girer. 1990’ların başında Yugoslavya’nın parçalanması ve bir katliam coğrafyası haline gelmesinde ABD emperyalizmiyle paylaşım kavgasına giren Almanya başta olmak üzere AB emperyalizminin katkılarını hatırlatalım.
Türkiye emperyalist basınçtan muaf mı?
Bugün, “AB politikası Türkiye’nin partiler ve kişilere göre değişen bir politikası değildir. 50 yılı aşkın bir süredir devlet politikası haline gelmiştir. Günlük gelişmelere göre tavır değiştirmek doğru değil.” diye etekleri tutuşanlara bir müjde verelim: AKP iktidarının, Avrupa Parlamentosu’ndan Türkiye’yle müzakereleri dondurmaya ilişkin çıkan tavsiye kararına uzanan AB ile gerilimli ilişkisinin kopmasının pek de mümkün olmadığını söylemek gerekir.
Avrupa Birliği’nin AKP’ye,“AB uyum yasaları” ile Türkiye’de emekçilere saldırı ile piyasalaşmaya eşlik eden, emperyalizmle bağımlılık ilişkisini güçlendirecek şekilde “demokratikleşme” adıyla Cumhuriyet’in tasfiyesinde tam boy desteğini geçerken not edelim.
Kaldı ki, Türkiye’nin 2016 yılı toplam ihracatının yüzde 48,5’i, ithalatının ise yüzde 38,9’u AB ile olurkenTürkiye ve Avrupa sermayesinin gündeminde “müzakerelerin devamı ve Gümrük Birliği’nin güncellenmesi” olduğu açıkça ifade ediliyor.
Bugün olan biten, uluslararası sermayenin yeniden yapılanması ve emperyalizmin yeniden paylaşım ve konumlanışı karşısında Türkiye’nin bu güçlerle bağımlılık ilişkisinin belirlenmesidir. Sermaye sınıfının ihtiyaç ve olanaklarının oluşturduğu basınç emperyalist hegemonyadaki bu gerilimlerden muaf değildir.
Türkiye sermayesinin de onun siyasi iktidarının da emperyalizmden herhangi bir şekilde kopmayacağı, açıktır.
Ancak, görünen o ki, emperyalizmin ideolojik hegemonyası Türkiye solunun önemli bölmelerini de 1980’ler ve ‘90’larla birlikte belirlemeye devam etmektedir.
Sol’da emperyalizm karmaşası
Toplumsal kurtuluşun önüne bireysel kurtuluşu koyan ve haklar ve özgürlükler mücadelesini buraya sıkıştıran, bu anlamda da emekçi kitlelerin hak ve kurtuluş mücadelesi yerine sivil toplumu koyarak öznesi silikleştirilen hareketler, olası kopuşların da objektif olarak önüne geçmektedir.
AB’den Emeğin Avrupası’nı çıkarmaya çalışarak demokrasi ve özgürlük beklentisi, Türkiye solcusunu tarihsel ilerleme olan Cumhuriyet’ten de koparmış, temel mücadele gerçeğinin üzerini örtmesine vesile olmuştur.
Uluslararası tekellerin, bankaların karşısına işçilerin, emekçilerin, yoksulların mücadelesini koymak yerine, inanç özgürlükleri, dar coğrafi ve etnik aidiyetlerin, kimliklerin özgürlüğü konmuş, mücadele insan olmaya zaten içkin olan vicdana kadar daraltılmıştır.
Böylece emek – sermaye çelişkisi ile emperyalistler arasındaki kanlı paylaşım çekişmelerinin üzeri örtülmüştür.
AKP’yi bütün bu bağımlılık ilişkilerinden soyutlayarak, kendinden menkul bir güç olarak karşıya almak onu var eden sermaye ve emperyalizm ile bunlara eşlik eden ve bizzat beslenen gericiliğin üzerini de örtmek demektir.
Türkiye sermaye sınıfının uluslararası sermayenin yeniden yapılanması ve emperyalizmin yeniden paylaşımındaki konum alış çabalarını, bunu yaparken işçi sınıfına dönük saldırılarla, yoksul çocukların kanını rahatlıkla pazarlık malzemesi yaptığını gözden kaçırmak demektir.
Bu da AKP ile sermaye arasında, AKP ile ABD arasında, AKP ile Almanya’nın başını çektiği AB emperyalizmi arasında kaybolmaktır.
Oysa karşımızdaki cephe açık seçik ortadadır. Karşımızdaki sermaye egemenliğinin ta kendisidir. Onunla mücadele etmek anti-emperyalizmi başa yazmaktan geçer ve asla akıldan çıkarılmamalıdır ki toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir.