Bir kapitaliste aşık oldum: Futbol
03-09-2017 13:48Bu hafta Pusula'da Serdar Kızılboğa futbolun ekonomi politiğini anlattı
Serdar Kızılboğa
Şu konuda yanılmayalım; her ne kadar sevsek de, takımımız için sinirlerimizi harap etsek de, futbol dünyaya hakim olan ekonomik sistemden azade değil. Sovyetler Birliği’nin ilk zamanlarındaki gibi fabrika işçilerinden kurulu takımlar birbirleriyle karşılaşmıyor. Ordunun, polisin, sendikaların takımı yok. Bugün “halkın takımı” veya “işçi takımı” diye etiketlenen takımlar bile, sadece taraftarları üzerinden tanımlanabiliyor. Bunlar da her zora düştüklerinde “halklarını” meta tüketimine çağırıyor ve topladıkları paraları, büyük paranın küçük parayı çalması sebebiyle tekrar batırıyorlar. Kapitalist sistemin bohça yamacısı bağışçılık, insan duygularını sömürerek sistemin açıklarını kapamak için kullanılıyor her zamanki gibi. “İşçi sınıfı takımı” diyoruz, borsada işlem görüyor. “Halkın takımı” diyoruz, halkın yönetimde hiçbir katkısı yok. Başkan onun istemediği teknik adamı takımın başına getiriyor, istemediği oyuncuyu alıyor; bunlar temsili demokrasinin ürünü olarak görülebilir. Ancak dahası var; bu başkan kongreyi ayarladığı için istenmediği halde takımı yıllarca yönetebiliyor…
Bunların sebebi belli aslında; futbol bir spor, bir oyun, bir gösteri olduğu kadar bir sektör de ve serbest pazarın kuralsızlığı işliyor. Klasik liberalizm hayali olarak transferlere Finansal Fair-Play ile buna bir kanun/nizam getirilmeye çalışıldıysa, serbest pazar yolunu buldu ve serbest ticaretin acımasızlığı tüm sektördeki güç dengelerini neo-liberal bir yolla belirledi. Keşmeşeker’in bir şarkısında dediği gibi: “Çünkü serbest bir pazar, her şeyi bozar.”
Neymar’a 222 milyon Euro verilmesi bir sömürünün ürünüdür. Katar halkına ait olan petrol kaynaklarının talanıyla, ülkenin bütün işçilerinin alın terinin sömürüsüyle elde edilmiştir. Manchester City’nin savunma hattına; koskoca 47 ülkenin savunma masraflarından daha fazlasını harcaması normal değildir. Küba, Bosna, Kırgızistan, Gana, Arnavutluk ve Makedonya gibi ciddi kültür ve geleneğe sahip ülkeleri de aşarak 207 milyon Euro harcamış bu takım. Yani burada bahsettiğimiz ülkeler minnacık adı sanı duyulmamış ada ülkeleri de değil.
Daha küçük sermayeye dayalı takımlarsa, maddi restorasyon noktalarını bizden sürekli forma, atkı veya tişört almamıza, maçlarını izlemek için vereceğimiz dekoder parasına endeksliyorlar. Açık bir kanaldan maç dahi izleyemiyoruz. Ama sorsanız “halkın takımı” terimi için kıyasıya bir savaş var. Halk diye kastedilen de aslında bildiğimiz üzere müşteri…
“Fırsat eşitliği” diye bir şey yoktur
Kapitalizm doğası gereği tekelleşmeyi getiriyor, gerektiriyor. Güçlü daha güçlü, zayıf da daha zayıf her geçen gün. Çok kazanan ülkelerinin liglerindeki “nispeten az kazananları” şampiyon görünce, bunu “peri masalı” olarak niteliyoruz. Leicester örneğine işaret edebiliriz. Oysaki Leicester’ın bütçesi bizim ülkemizdeki büyük takımlardan fazla. Bizim bazı Anadolu takımlarımızınki de Slovenya, Slovakya, Çek Cumhuriyeti şampiyonlarınınkinden. Kapitalizm eşitliği zaten savunmaz ama aklımızı çelmek için bir kavram uydurmuştur: “fırsat eşitliği.” Oysaki piyasa aktörlerinin çoğu, fırsatın maddi koşullarından yoksundur muhakkak. Tarihsel sermaye birikiminin olduğu hiçbir yerde olmadığı gibi, futbolda da adil veya eşit rekabet fırsatı yoktur.
Hatta kabaca bir değerlendirmeyle oyunun kendince “emperyalist” bir düzeni olduğunu bile söyleyebiliriz. Kalan takımlar ancak Real Madrid, Barcelona, Chelsea, Manchester City ve Paris St. Germain gibi takımların almadığı oyuncuları alabilirler. Onların belirlediği fiyatlar, pazardaki ortalama ürünün fiyatını yükseltir veya alçaltır. Yerel pazarlar için de bu geçerlidir. Ancak Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş istemezse, diğer takımlar bir futbolcuyu alabilir. Bunlar kullanmayacakları futbolcuları dahi rakiplerinin kuvvetlenmemesi adına alabilir. Elbette futbolun sahada aynı nicelikte futbolcuyla oynanması belli bir “zafer” payı bırakıyor herkese, bunu inkâr edemeyiz; aynı emperyalizmin determinist bir kanuna tâbi olmayışı, Suriye’de baltayı taşa vurması gibi. Ancak sistem içi yollardan tek bir sezonun ötesine kısa, orta ve uzun vadede herhangi bir zafer sağlaması çok zor. Köksüz takımlar şampiyon olsa bile bir sene sonra küme düşmeye oynayabilir. Futbol bunu sayısız kere kanıtlamıştır…
Şeyhler, oligarklar ve patronlar
Peki, futbolun başında kim vardır? Bu soruyu şüphesiz cevaplayan tek bir kelime var: Sermaye. Katarlı şeyhlerin fütursuzca tüm regülasyonları aşarak para pompaladığı Paris St. Germain ve Manchester City gibi takımların yanı sıra Chelsea ve Monaco gibi Rus oligark destekli takımlar da bulunuyor. Ve şimdi bir de bunlara Uzak Doğulu sermayedarlar eşlik ediyor. Bunların karşılarında ezilenlerse, ancak yerel sermayedir. Aziz Yıldırım, Dursun Özbek, Yıldırım Demirören ve Fikret Orman gibi başkanların en büyük özellikleri futbol bilgi ve görgüleri değil, sahip oldukları maddi kuvvet ve kapitalist bağlantılardır.
Futbolun içinden gelen başkanlar da nadiren görülebilir. Bunlar genelde takımın eski futbolcusu ya da nadiren eski teknik direktörüdür ama sistemin içinde kaybolurlar. Ortalama büyüklükteki kapitalist bir ülkede oyunu oynayan futbolcular işçi, köylü veya esnaf çocukları olabilirler ancak herhangi bir birinci lig futbolcusu bugün emeğini anında sermayeye dönüştürebilecek kadar para kazanmaktadır. Yani, oyuncu Konyaspor’a, Eskişehirspor’a transfer olduğu anda; en kötü ihtimalle kendine bir ev alıp onu kiraya vererek yaşama şansına sahip oluyor. Bunu kariyerinin tümüne vurursak ve işlerin de kötü gittiğini hesap edersek, asgari 10-15 eve sahip olabilir. Profesyonel oyuncu ile “amatör küme topçusu”nun toplumsal sınıfı farklıdır.
Dananın kuyruğunun koptuğu yer
Kısacası başta söylediğimizi tekrarlarsak; futbol da dünyaya hâkim olan ekonomik sistemden azade değil. Peki ne yapmak gerek? Bu oyunun geldiği son noktada gözümüze ilişen ürün, işleyen tüm çarklar döndükten sonra bir spor görünümünde. Yapılan spor kadar izlenen spor da insan ruhuna, psikolojisine iyi geliyor. Sosyalist bir düzende yaşamadığımıza göre, o zaman ne yapacağız sorusunun ise tek bir cevabı yok. Üstelik, dahası cevapların tartışılması gerekiyor. Oyunu tamamen amatörleştirmek, profesyonel bırakıp alt-üst maaş belirlemek veya iyi sporcuların ve takımların propaganda/tanıtım aracı olduğunu düşünerek ona göre üst seviye bir maaşla oynatmak gibi seçenekler sosyalist bir sistem içinde olsak, değerlendirilebilir. Ancak bu başka bir zamanın tartışması…
Şu an için, “e şimdi ne yapalım yani?” sorusuna sistem içinde verilecek en makul cevapsa herhalde şu: Futbolu izlemeyelim mi? Sahada ortaya konan ürün, geçtiği işlemlere rağmen bir spordur nihayetinde. Nasıl ki çoğumuz hayatımızı kazanmak için bir şirkette çalışıyorsak, futbolu da izleyelim. Ama saha dışında takımları batıran patronların atkı satın alan, 5 tane forma sipariş eden kurtarıcıları olmayalım. Sistemin çelişkilerini ortaya koyalım ve futbolun da ancak sosyalist bir devrimle adaletsizliklerden kurtarılabileceğini bilelim…