Sivil ya da Siyasal İslam: Bir ayrım var mı?
31-12-2017 13:11Siyasal İslam’ın tarihi emperyalizmin bölge siyasetinin tarihidir.
İLKER DEMİRER
Dünya’da olduğu gibi, Türkiye ve bölgede de her siyasi akımın geçmiş bir tarihsel arka planı, dayandığı toplumsal bir katman ve bir gelecek tahayyülü bulunuyor. İster düzeni temsil ediyor olsun, ister “devrimci” bir tutum içinde olsun her siyasi akım bu üç özellik üzerinden şekillenir. Söz konusu gerici siyasi akımlar olduğunda, bu akımların kavram dünyası ile kapitalizmin gelişimi arasında bir bağıntı kurmak “üçlü ölçütün” sadeleşmesi için ciddi bir olanak sağlıyor.
Özelde dinci gericilik çıkış pratiği olarak kapitalist sistemin devamlılığı üzerine kuruludur. Bununla birlikte dinci gericilik ortaya çıkan tepkileri düzene aktaran mekanizmalara sahip olduğu için yaygınlaşma eğilimine sahip olmaktadır. Siyasal İslam’ın tarihi bu nedenle de emperyalizmin bölge siyasetinin tarihidir.
Üç evre ve farklı içerikler
Bu tarihi anlamak için İslamcı akımın nasıl ortaya çıktığını ele almak gerekli. Kabaca gelişim seyri açısından İslamcılık üç döneme ayrılmaktadır. İlk dönem 19.yüzyıl sonu ve 20.yüzyılın başını kapsıyor. Özellikle 19.yüzyılın ortasından itibaren Osmanlı aydını “Batılı kurumlara” sahip olmayı Osmanlı ülkesinin devamı için tek çıkar yol olarak görülmeye başlandı. Buna karşı ise saltanat çevresi ve klasik lonca sistemine dayalı meslek erbabı geleneksel bakış açısına sarılıyordu. Yusuf Akçura’nın deyimiyle “üç tarz-ı siyaset” o günkü düşünce dünyasına damgasını vuruyordu.
İslam Birliği (İttihad-ı İslam) kavramı bu dönem Osmanlı yönetim katına kadar çıkmış ve saltanatın iktidarını kullanmak için kullandığı temel bakış açısı olmuştur. Özellikle Abdülhamid döneminde bu kavramın yaygın bir biçimde kullanıldığı ve saltanat ile hilafetin eş değer olarak ele alındığı görülüyor.
İslamcı akımın Balkan ve Birinci Dünya Savaşı’ndaki başarısızlığı, saltanat ve hilafetin kaldırılması gibi süreçler bu akımın güçsüzleşmesine neden olmuştur. İslamcı siyasetin ilk evresi bu dönem sona ermiş ve düşünce dünyasının merkezi farklı noktalara doğru dağılmıştır. İkinci dönemin ruhunu şekillendirecek şey ise sömürgecilik sonrası bölgedeki emperyalizmin alacağı tutumdur.
Sola karşı “sivrilen” uç
İslamcı akımın modernizm karşıtlığı altında yükselen işçi hareketine ve sosyalizme karşı aldığı tutum, İkinci Dünya Savaşı’nın “muzaffer galibi” rolüne bürünen ABD’nin dikkatini çekmişti. Özellikle sosyalizmin yükselen saygınlığı ile birlikte ulusal kurtuluş mücadelelerinin yönünü buraya doğru çevirmesi, emperyalizmin farklı coğrafyalarda anti-komünist akımları örgütleme stratejisine yönlendirdi. Emperyalist dünyanın hâkimi ABD, bu dönem NATO konseptiyle kendi bölgelerini tahkim ederken, milliyetçi ve dinci gerici akımları da siyasi, ideolojik, kültürel, askeri ve ekonomik olarak besledi.
İslamcı akımın “siyasal İslam” söylemine sarılması bu dönemin ürünüdür. Türkiye’de de İslamcı siyaset bu dönem kabuğuna çekildiği tarikatlardan çıkarak “bağımsız örgütlenme” stratejisine yönelmesi de aynı döneme tekabül eder. 1960’lar bağımlı ülkelerde yükselen işçi sınıfı hareketine ve sosyalist siyasetin atılımına tanıklık ederken, siyasal İslam’ın da anti-komünist bir güç olarak yeniden örgütlendiği bir dönem olarak öne çıkmaktadır.
İslamcı akımın ikinci evresinde artık salt bir “asr-ı saadet dönemine dönüş” söyleminin ötesinde bir içerik vardır. Emperyalizme karşı yükselen tepkilerin kişiliksizleştirilerek “adalet” söylemine tahvil edilmeye çalışıldığı, bir yandan da “serbest girişimin” övülerek taşradaki meslek erbabının “sanayi burjuvazisi” noktasına taşındığı bir dönemdir. Özellikle Türkiye’de 60’ların sonundan itibaren Erbakan ile başlayan “siyaset furyası” tam da bu özelliklere sahip olduğu için sola karşı kullanılmıştı.
İkinci evrenin sonu bizatihi emperyalizm tarafından örgütlendi. Emperyalizm İslamcı siyasetin edindiği pratiği Sovyetler Birliğine karşı kullanmaya karar verdi. Bu bağlamda Ortadoğu’da yükselen sola karşı ABD siyasal İslam’ı enstürmanını devreye soktu. Bugün “Yeşil Kuşak” olarak bildiğimiz proje Türkiye’den başlayıp Afganistan’a kadar uzanan bir bölgeyi siyasal İslam ile düzenlemeyi hedef etmişti.
“Sivil ve “siyasal”: Silikleşen ayrım
Üçüncü evrede siyasal İslam’ın karakteri giderek belirgin hale geldi. Aynı şekilde üçüncü evre İslamcı akımın içinde farklılıkların da arttığı bir dönemdir. Genelde İslamcı siyaseti inceleyen akademisyenler mezhep farklılıklarını öne çıkarsa da, İslamcı akımın siyasal ve sivil olmak üzere iki farklı yorumu bulunuyor. Bunlardan birincisi İslam’ı siyaset dışı ele almaya çabalarken, bu eğilim İslamcı akımı “kültürel” bir yapı olarak ele alıyor. İkinci anlayış ise toplumsal yapıya önem vererek “siyasi iktidarı” hedefler. Dolayısıyla ilk anlayış cemaat tipi örgütlenmeyi temel alırken, diğer akım her türlü siyasal örgütlenmeyi amaç edinmiştir.
İlk eğilimi Türkiye’de en çok dile getiren kesim ise ABD’nin örgütlediği Fethullahçılar oldu. Fethullahçı akım anti-komünist kimliği sayesinde emperyalizmle kolaylıkla bağ kurarken, “siyaset dışı” kurumlar aracılığıyla örgütlenmesiyle de sermayenin ilgisini çekiyordu. 1990’lardan itibaren bu çevrede öne çıkan “sivil İslam” fikriyatı düşünce gıdasını liberalizmin sivil toplum bakış açısından alıyordu. 1998 yılında ilk defa toplanan Abant Platformu’nda bu kavramın adlı adınca dile getirilmesi Fethullahçıların kendilerine biçtiği paye ile birebir ilgiliydi.
İkinci eğilimde bulunan kesimler ise 90’ların sonunda “Ilımlı İslam” kavramına sarılarak yola devam etme kararı veriyordu. Ancak bu kesimin ikili bir karakter taşıdığı söylemek gerekli. Bir yandan İslam’ın ebedi olduğunu söyleyen bu kesim, diğer yandan siyasi söyleme ağırlık gösteriyordu. Örneğin Yeni Şafak çevresi bunun en tipik örneğini taşıyor.
İlk eğilimin adım adım devlet içinde örgütlenmesinin önü açılırken, ikinci eğilim de Türkiye’de 2000’lerin başında iktidara geldi. Öte yandan bu dönem siyasal ve sivil İslam söylemi arasındaki farkların tamamen silikleştiği bir dönemdir. Fethullahçıların AKP iktidarı boyunca devletin tasfiyesi ve yeni rejimin inşasında edindiği konum ile AKP’nin cemaat ve tarikatların önünü açan siyaseti birbirinin karşıtı değil, tamamlayıcısı oldu.
İslamcı siyasetin kimlik bunalımı
İslamcı akımın Arap Baharı ile başlayan bunalımı sadece Türkiye’de değil, Ortadoğu’da da farklı görüşlerin ortaya çıkmasına neden oldu. Tunus’ta siyasal İslam’ın temsilcisi Nahda hareketi lideri Gannuşi’nin “Siyasal İslam’ı terk ediyoruz” söylemi, Suudi’lerin “radikal İslam’la arayı açma” sözü vermesi gibi örnekler yeni dönemde İslamcı siyasetin hiç de basit sayılmayacak bunalımına işaret ediyor.
15 Temmuz darbesinde yaşananlar ve sonrasında gerçekleşenler Türkiye’de de AKP’nin de benzer bir bunalımı yaşadığını gösteriyor. Sivil ve siyasal İslam arasında teorik ve pratik bir farklılığın bulunmaması, İslamcı siyaset açısından önümüzdeki dönem ciddi bir reddiye eğilimini doğurabilir. Bu reddiyenin ardından İslamcı siyaset açısından tek seçenek emperyalizmle işbirliğini tazelemek kalıyor.
Bu seçeneğin başarısızlığa uğraması hem Türkiye’deki, hem de Ortadoğu’daki İslamcı çemberin kırılması için de yegane yoldur.