Siyaset ve sosyoloji bilimi arasındaki bağ azımsanmayacak derecede kuvvetlidir. Çoğunlukla toplumların davranışlarını anlamak için sosyoloji devreye girerken, siyaset bu davranışların somutlandığı ve “eyleme dönüştüğü alan” olarak devreye girer. O nedenle siyaset ve sosyolojinin birbirini tamamladığı düşünülür.
Öyleyse siyasetin sosyolojiyi aştığına dair iddia nereden çıktı?
Aslında bu yazının niyeti bilimde yeni ufuklar açmak, tartışılmayanı tartışmak ve yeni bir yöntem geliştirmek değil. Asıl niyet başka; referandum vasıtasıyla bazı “yorumcuların” açtığı bir tartışmaya yanıt üretmeye çalışıyoruz. O nedenle hangi alanın diğerini belirlediği tartışmasının şimdilik bir önemi bulunmuyor.
İddianın çıkış noktasını oluşturan nokta seçimler ve toplumun tercihleri. İddiaya göre Türkiye’de seçimlerin ve toplumun tercihlerinin siyasal olmaktan sosyolojik olduğu söyleniyor. Açık bir ifadeyle birlikte söylemek gerekirse seçimlerde siyaset değil, sosyoloji oylanıyor. Bu nedenden ötürü seçimlerin sonuçları üç aşağı beş yukarı “ön görülebilir” durumda. İddianın tamamlayıcı öğesi de toplumumuz keskin hatlarla ayrılmış farklı yaşayış biçimlerine ve bu yaşayış biçimlerinin ürettiği “kültürlere” sahip oluşu…
Ne orijinal ve derin bir iddia değil mi?
* * *
Hatta iddiayı genelleştirenler var. Trump, Putin, Le Pen vb… siyasetçilerin bugün iktidara gelmesini de “toplumların sosyolojisi” olarak okuyorlar. Bu okumanın geri planında doğal olarak bir dönem sıkça gündeme gelen “merkezi elinde tutan elitler” ve ona karşı tepki duyan “çevre” bakış açısı var. Ancak bu bakış açısının ne denli yanıldığı son on yıllık pratikte gördük. Bir kez daha tartışmanın anlamı yok.
Esas olarak bu siyasetçilerin seçilmesinde de, Türkiye’de işleyen sürecin de benzer yanları olduğu aşikâr. Ancak ortaya çıkan süreçler “siyaset” olmaksızın yönlendirilemez. Örneğin bugün Trump’ın “ABD Başkanı” olarak seçilmesi tek başına “kırsal coğrafyanın” “kentsel olana tepki” duymasıyla açıklamak saflıktır. Trump’ın seçilmesinde etken olan nokta emperyalizmin günümüz yönelimleri ve Trump siyasetinin bununla uyumlu yanlarıdır.
Trump türü siyasetinin “aşırılıkları” iş bilmez kişilerin çılgınlıkları değil, emperyalist-kapitalist sistemin genel yönelimlerinin ürünüdür. Her iki dünya savaşını çıkartan, 19 ve 20.yüzyıllar boyunca milyonlarca kişinin ölmesine, dünya kaynaklarına geri dönüşsüz bir biçimde zarar verilmesine neden olan bir sistem olarak emperyalist-kapitalist sistem bu aşırılıkları bağrında taşımaktadır. O nedenle bu tür siyasetçilerin çıkması ne kitlelerin aptallığı, ne de onların cahilliğinin ürünüdür. Esas neden sınıflı toplumlardaki siyasal süreçlerdir.
Kısacası Trump sermaye sınıfının “uygun siyasetine” denk düştüğü için bugün “temsilci” sıfatını kazanmıştır. Emperyalizm, 2008’den bugüne gelen ve finansal sektörde başlayarak diğer sektörleri sarsan, emperyalizmin çevre ülkelerinde bir borç batağını oluşturan sermaye birikim sorununa bir çözüm bulmak istemektedir. Bunun için denediği “sol reformist” eğilimler kendi tutarsızlıkları, sosyal harcamalar kapitalizmde her zaman büyümeyi tetiklemediği için, içinde yalpalamıştır. Bugün yeni sürüm, yeni-Keynesyen eğilimler barındıran, sağ bir proje yükselmektedir. Bu proje küreselleşmenin yarattığı sosyolojiyi eleştirerek değil, yeni döneme uygun siyaset geliştirerek bugün güç kazanmaktadır.
* * *
Gene aynı şekilde siyasal süreçlerin sosyolojiyi aştığı iddiasını şöyle örneklendirebiliriz. Örneğin 7 Haziran seçimlerinde ortaya çıkan tabloyla, 1 Kasım seçimleri arasındaki farkı nasıl açıklayabilirsiniz? Toplumun genel sosyolojik yapısının değişiklik ya da bir kırılma mı yaşadı? Yoksa 7 Haziran seçimleri öncesinde de, 1 Kasım’a doğru giden süreçte de farklı düzen aktörlerinin hamlelerini, bunların toplumsal karşılıklarını mı gördük? Daha açık ifade etmek gerekirse 7 Haziran seçimlerinden 1 Kasım’a giden süreçte AKP toplumun siyasal algılarını değiştirecek bir siyasal yol ve temsiliyet kazandığı için “kaybettiklerini” geri toplamıştır.
Bugün de aynı şekilde düşünülebilir. Sermayenin uzun dönemli yönelimlerinin, düzenin emperyalizmle uyum sağlama çabalarının ürünü olarak gündeme gelen referandum; “seçmen algısı” üzerinden düşünüldüğünde “hayır” tavrının gidebileceği yol sınırlı. “MHP’den üç gelse, AKP’den bu kadar gelse” hesapları seçmen davranışa yöneldiği anda kaybetmeye mahkûmdur.
Çünkü son noktada sosyoloji değil, siyaset devreye girer. Bugün düzenin siyasal araçları, örgütlülüğü, propaganda aygıtı olan medya tekelleri vs.. düşünüldüğünde referandumdan “hayır” çıkmasının tek yolu başkanlığa karşı tavır alan geniş kesimlerin sesi, sözü ve örgütlü gücünü büyütmekten geçtiği görülebilir.
Bu noktada bir konunun daha açılması ve anlaşılması gerekli. Siyaset yapmak için yöneldiğiniz toplumsal kesim ve onların temsiliyetini üstlenmek gerekir. O açıdan “seçmen davranışlarını” analiz etmek yerine, nereye odaklanacağımız sorusu daha önem kazanıyor. Siyasal ve ideolojik yönelimleri bir karmaşa içinde olan işçi sınıfının örgütlü gücü ve tavrı dışında odaklanılacak bir yer bulunmuyor. Bu nedenle hayır tavrı mutlaka işyerlerine, emekçi semtlerine uzanmalı. Dahası toplumun neden başkanlığa karşı tavır aldığı iyi bilinmeli ve bu siyaset büyütülmeli.
Yoksa atılan her adım, her büyük analiz olsa olsa “sosyolojinin” uzantısı olabilir.
Bugün ise siyaset sosyolojiyi aşar.