Tutarsızlık ve kavram karmaşası
Ali Ateş MERCEK bölümü için yazdı: Tutarsızlık ve kavram karmaşası
Ali Ateş
Siyasi analiz metinlerinde başvurulan bir çok kavramın önemi büyük. Uzun tanım ve analizler yerine kullanılacak ya da uzun tanım ve analizler neticesinde ulaşılacak bir kavram seti, önemli derecede çözümleyici etkiye sahip olabilir. Ancak her siyasi gelişmeyi, kavram icat ederek açıklama yoluna gitmenin de bir sınırı olmalı.
Türkiye solunda, özellikle son dönem yaşadığımız siyasal gelişmeleri ya da AKP iktidarının gidişatını anlamaya çalışırken o kadar çok kavram kullanıldı ki, bu durum, Türkiye nereye gidiyor sorusuna verilen yanıtlarda bir kafa karışıklığının hakim olduğunu düşündürüyor. Her olayı bir kavramla açıklama yoluna gitmek aslında çözümlemeden ziyade bu kafa karışıklığının bir yansıması gibi. Bu açıdan süreç analizlerinde kavramsallaştırma konusunda biraz cimri olunması en doğrusu.
Yoksa işin ciddiyeti kaçıyor. Yazılanlar değersizleştiği gibi yazarların inandırıcılığı da ortadan kalkıyor. Daha 1 yıl önce “İslamcı faşist diktatörlük geliyor” deyip bugün “Rusya ve ABD arasında sıkışmış, belirsizleşmiş ve hedef haline gelmiş bir Türkiye tasviri” sunmak arasında ciddi bir fark olduğu açık olmalı. Ya da bundan aylar önce “AKP rejimde çöküşte, emperyalizm krizde, halk faktörü devrede” deyip bugün “saray çetesinin faşizmine karşı güç birliği” arayışları arasında bir tutarlılık aranamaz. Benzer bir biçimde neredeyse iki yılı aşkın bir zamandır “AKP ha gitti gidiyor, AKP’nin ipi çekildi” tezlerini ortaya atıp, sonrasında bırakın AKP’nin gitmesini hala iktidarını koruyor gerçeği karşısında hiç bir şey olmamış gibi davranılıyorsa ortada bir sorun olduğu kabul edilmeli.
Tutarlılık gerekir. O yüzden, Türkiye’nin içinden geçtiğimiz siyasi sürecini değerlendirirken ve AKP iktidarını tanımlamaya çalışırken asla unutmamız gereken bir temel tanımın altı kalınca çizilmelidir. Sermayenin diktatörlük düzeni!
Sermaye diktatörlüğü kavramını merkeze oturtmadan ve hatta her siyasal analizin baş köşesine bunu yerleştirmeden kullanılan bazı kavramların tehlikeli çıktıları olabilir. “Saray çetesi, dinci faşist dikta, liberal restorasyon, kaotik süreç, çöküş ve kriz” gibi farklı kavram setlerinin propagandif değeri dışında kavramsal bir tanım çerçevesi dahlinde bir kullanımı varsa, işte burada biraz dikkat etmek gerek.
Sanırız, bu kavram setlerinin gelişi güzel dikkatsizce kullanılması, kullananların siyasi çözümlemelerdeki tutarsızlıkları ile ilgili. Siyasal analiz bir projeksiyondur. Önünüzü görmenizi sağlar. Bugün karşılaştığımız tablo yanlış siyasi okumalardan ibarettir ve bunun önderlik nosyonu ile de doğrudan bağı bulunmaktadır. “Türkiye siyaseti” okumasında bu kadar çok yanılma, doğaldır ki yeni kavram setleriyle konuşmayı da beraberinde getirmektedir.
Bu açıdan, son 1 yıldır, bu kadar yanılıp da hala yanılmadığını zannedip sağa sola caka satanları anlamak hiç de kolay olmuyor.
Saray çetesi ezberi
Eskiden oligarşi tanımı daha çok kullanılırdı. İktidarı elinde tutan bir avuç sermayedarın açık diktatörlüğü gibi. Ya da 12 Eylül sonrası “Milli Güvenlik Kurulu”na atfedilen bir tanımlamaydı oligarşi tanımı ya da oligarşik düzen. Bugün benzer yaklaşım, ki sonuna kadar devrimci demokrat bir yaklaşımdır, “saray çetesi” kavramında aranmalıdır. Erdoğan’ın çevresinde bir ekibin oluşturduğu gücün, tek başına bütün ülkeyi yönettiği, bombalı katliamlara neden olduğu, bugün sermaye düzenin de memnun olmadığı ve bu düzenle çelişki içinde olduğu gibi bir çağrışım yapmaktadır. Hatta, böyle bir tanım, burjuva devlet yapılanması ile sermayenin sınıf iktidarı dışında başka bir güç tarifine neden olacak bir anlama da gelebilir. Buradan düzen içi bir taraflaşmanın parçası olmak pekala çıkar ve bu anlamıyla yanlış bir betimleme olarak ifşa edilmelidir.
Yine Marksist ezbere dönmek, devletin bir bütün olarak sermaye devleti oluşu böylesi bir tanımı geçersiz kılıyor. Sermaye devletinin bir bütün olarak görülmesi, sermaye diktatörlüğünün bütün güçlerinin bu bütünlük içinde bir yere konulması, ilişkilerinin tarif edilmesi gerekir. Bundan sonra tekil tekil güçlerin analizine girişilebilir. Ancak “saray çetesine” endekslenmiş bir mücadele, sermaye diktatörlüğünün bütünlüklü yönelimlerini görmekte sorun yaratabilir. Kaldı ki bugün “saray çetesi” olarak kodlanan siyasi iktidarın gerek sermaye, gerek ordu, gerek MİT, gerek emperyalizm ve gerekse toplumsal siyasi güçlerle kurduğu ilişkinin yapısal karakteri ortadayken böylesi bir tanım yapmak “sermayenin gerici diktatörlüğünün” üzerinin örtülmesi anlamına da gelmektedir. Buradaki temel sorun AKP’nin sermaye sınıfının hem siyasal hem de organik “güçlü” bir parçası olduğu gerçeğinin yadsınmasıdır.
Saray Çetesi’nden kurtulmak örneğin sermayeden ya da sermaye devletinden kurtulmak anlamına hiç gelmiyor. Kasıt bu değilse, devleti elinde tutan büyük bir güç olarak tarif ediliyorsa, bu da bugünkü gelişmeler ışığında fazla mutlaklaştırılmış bir teori olarak okunmalıdır. Örneğin yaverinin bile FETÖ’cü çıktığı bir Saray Çetesi’nin nasıl bir çete olduğu gerçekten tartışma götürür. Burada bir ciddiyet yoktur, burada bilimsel sosyalist bir bakış açısı aranması beyhude bir çaba olur.
Örneğin Türkiye’de bombalı katliamların yaşanmasından “sarayın” siyasal sorumluluğu büyüktür. Ancak her bombalı saldırının emrinin bizzat saray tarafından verildiğini ima eden şeyler yazmak burjuva dünya siyasetinin tam olarak okunamadığını gösterir.
Kaos teorisi
Kaotik süreç ya da kaos düzeni, kavramları da ilk başta bugün içinde yaşadığımız karmaşıklığı anlatması açısından kulağa hoş gelebilir. Ancak bugünkü sermaye diktatörlüğünün kan ve sömürü düzenini kaotik süreçle açıklamak hatalı bir yaklaşımdır. Çünkü böylesi bir tanım, kurallı, düzenli, istikrarlı bir sermaye düzeninin “gerekliliğine” işaret etme olasılığı barındırır. Tam olarak böyle söylenmek istenmeyebilir, ancak, ortaya konulan kavramlar olunca her kavramın dolduracağı yeri ya da dışarıda bırakacağı noktaları iyi belirlemek lazım.
15 Temmuz darbe girişiminden önce Türkiye’de yaşanan bombalı katliamlardan hemen sonra kaotik süreç ya da kaos planı devreye sokuldu analizlerini sadece hatırlatmak isteriz. Aslında o zaman da, AKP iktidarı benzer bir söylemi gündeme getirmiş, Türkiye’yi karıştırmak istiyorlar diyerek, toplumsal destek arayışına girmişti. Sol, kavram setini seçerken bu açıdan da daha dikkatli bir kullanıma sahip olmalıdır.
Ancak bombalı saldırılarının bir kaos planı olarak görülmesinden ziyade “psikolojik harbin” bir unsuru olarak görmek daha Marksist bir tutum olurdu. Çünkü her saldırının anlam ve hedefi aynı zamanda siyasal güçlerin politika ve müdahaleleriyle ilgilidir. Darbe girişimi öncesi bir dizi yerde bomba patlaması tesadüf sayılmamalıydı.
Darbe girişimi sonrası da bombalı eylemler gerçekleşmiş, bu eylemlerin örneğin Kürt sorunu bağlamında yaşanan çatışmalı ortamın bir sonucu olduğu ya da emperyalist odakların müdahaleleriyle açıklanabilecek yanlar taşıdığı bir dizi boyutuyla görülebilmiştir. Örneğin Rus büyükelçisinin öldürülmesi “kaos teorisi” ile açıklama yerine sebep ve sonuçları bağlamında değerlendirdiğimizde başka sonuçlara varabiliriz.
Bu açıdan “kaos ve kaotik süreç” gibi kavramlar bugünün siyasal gelişmelerini açıklamak yerine üzerini kapatan teorik kavramsallaştırmalardır. Ancak bundan daha önemlisi, “kaos tespiti”nin yapıldığı 6 ay öncesi ile bugünkü durum arasındaki bariz açıdır. Ortaya kaotik bir tablo çıkmamıştır ve bu tezi gündeme getirenler bir kez daha yanılmışlardır. Demek ki, süreçleri doğru okuyamadığınız zaman, kavram sıkmak, beyhude bir çaba olmaktadır.
Liberal restorasyon
Türkiye solunda bir başka kavramsallaştırma ise “liberal restorasyon” tanımıdır. AKP iktidarına karşı dış güçlerin ve Türkiye sermayesinin geleneksel kanadının içinde yer aldığı bir siyasal odağın devreye girdiği ve AKP’yi götüreceği, AKP ile kurulan “yeni rejimin” bir restorasyona gebe olduğu ve bunun da liberal bir siyasal içerik taşıyacağı fazlasıyla ve net olarak yazıldı. Genel olarak AKP-emperyalizm ile AKP-sermaye sınıfı arasındaki gerilimleri veri alan bir yaklaşımın ürünü olarak sayılması gereken tezlerden biridir bu.
Yaklaşık 2 yıldır söylenegelen ancak bir türlü gerçekleşmeyen “liberal restorasyon tezi” yanlış bir öngörü ve tespit olarak not edilmelidir. Bu kadar tutarsız bir yaklaşımın bir dizi politik çıktısı da oldu örneğin. AKP’nin kesin gideceğini düşünüp, bu açıdan özellikle “dış parametreler” üzerinden siyaset okuması yapmak aslında Türkiye gerçekliğinden kopukluğun somut tezahüründen başka bir şey değildir. Ülke tanınmamaktadır, ancak sosyalist siyaset bir şekilde sürdürülmektedir. Bu büyük bir yanılma olarak not edilmeli, önderlik meselesinin sınanma ölçütlerinden biri olarak özellikle belirtilmelidir.
Ancak, “liberal restorasyon”un olup olmaması “liberal restorasyoncu” güçlerin yokluğu anlamına gelmemektedir. Açıktır ki Türkiye’de sermaye düzeninde AKP muhalifi düzen içi siyasal güçler bulunmaktadır ve düzenin liberal bir restorasyona ihtiyacı olduğunu net olarak savunmaktadırlar. AKP ile Türkiye’de “İkinci Cumhuriyet rejimine” geçişte ittifak kuran bu unsurlar Erdoğan’a desteklerini son yıllarda geriye çekmişler ve AKP karşıtı bir siyasal kutuplaşmanın düzen içi tarafları olmuşlardır. Örneğin FETÖ darbesi de benzer bir siyasal taraflaşmanın ürünü olduğu pekala söylenebilir. Fakat bu güçlerin Türkiye’nin toplumsal yapısındaki güçleri nedir ne değildir gibi daha gerçekçi bir çözümleme yapılamadığı için “liberal restorasyoncu güçlere” büyük anlam yüklenmiştir.
Liberal restorasyon kesin olacak diye düşününler, Erdoğan’ın kesin gidici olduğunu düşündükleri için, örneğin “hala hırsız, hala katil” sloganı etrafından sosyal medya kampanyaları düzenlemiş ancak sessizlikle sönümlemişlerdir.
Türkiye burjuva siyasetinin güçleri tam olarak ortaya konmadan “liberal restorasyon” tezi ile dalga geçenler de bu sefer tersinden “liberal güçlerin” parçası haline geldiler. 7 Haziran’da HDP’cilik yapmak tam da böylesi bir politikanın sonucuydu. Ancak Kürt siyasetinin terör ve bombalama eylemleriyle ortaya çıkan katliamları gündeme gelince, bu sefer de büyük bir çelişkiyle karşı karşıya kaldılar. HDP’yi, “AKP geriletilsin de ne olursa olsun” gibi liberal restorasyoncu bir kavrayışla ele alıp destekleyenler (doğru kavram reformizmdir), HDP ile ittifak önerisi yapanlar ve hatta daha ilerisine gidip “Barış Bloku’nun içinde yer almak gerektiğini savunanlar”, Kürt siyasi hareketi gerçeğini göremeyecek kadar liberal bakışın darlaştırıcı ufkunun ötesine geçememişlerdi. Özellikle Kürt siyasi hareketinin ABD emperyalizmiyle kurduğu ilişkiyi göremeyecek kadar kör olanlar, “liberal restorasyon olmadı, gördünüz mü” nakaratına sarılıp “liberal güçlerin tarafında yer aldıkları gerçeğinin” üzerini kapatma telaşı içindedirler.
İronik bir durum ortaya çıkıyor: “liberal restorasyon olacak” diyenler AKP’nin gideceğini düşünüyorlardı. “Liberal restorasyon olmayacak” tezine sarılarak AKP’nin gidişine neden olacak sürecin bir parçası haline gelmeyi düşünenler, “içinde yer aldıkları tarafın” liberalizm olmadığını “savunmaya” çalışıyorlardı. Son kertede buluşulan ortak nokta, AKP’nin gideceği üzerine ülke topraklarına ayakları basmayan siyaset okumasıydı.
Yanıldılar!
Bir de dün HDP’cilik yapıp, bombalı katliamlar sonrası eleştirmeye kalkanların sarıldıkları bir kavram var: “Devrimin çıkarı” diye… HDP’cilik yaptık çünkü devrimin çıkarı dün onu gerektiriyordu bugün Kürt siyasi hareketinin bombalı katliamlarına karşı çıkıyoruz diyerek durumu kurtarmaya çalışmaları büyük bir garabet örneği olarak değerlendirilmeli. Meşhur burjuva siyasetçisi Demirel’i hatırlatan bu pragmatizm de bir yerlere not edilmelidir.
Aslında devrimin çıkarı sosyalizmin bağımsız hattının güçlenmesiydi. Dün HDP kuyruğuna takılarak “sosyalizmin bağımsız hattının güçlendirilmesi” nasıl unutulduysa bugün yine Kürt siyasi hareketi ile birlikte 20 Kasım Kartal mitingini organize ederek aynı şey olmuştu. Demek ki hastalık devam etmekteydi.
AKP gitti gidiyor, ipi çekildi tezi
Bu tez, yukarıda “liberal restorasyon” tartışmalarıyla doğrudan ilgisi bulunmaktadır. Türkiye’deki düzen siyasetinin güçlerinin konumlanışı üzerinden AKP iktidarının geleceğine dair yapılan varsayımlar, “liberal restorasyon” tartışmalarına zemin sunuyor.
2001 yılında emperyalizm desteği ile iktidar olan AKP, liberallerle kurduğu ittifakla işbaşına gelmişti. AKP ile gündeme gelen rejim değişikliğinin Türkiye nesnelliği ile yaşadığı uyumsuzluklar, ancak bundan önemlisi emperyalizmin yönelimlerinin farklılaşması ve Ortadoğu coğrafyasında yaşanan gelişmeler AKP iktidarının geleceğini de masaya yatırmıştı. Böylesi bir tabloda, bir siyasal kavganın egemen güçler arasında verildiğini kabul etmemiz gerek. Yoksa 15 Temmuz darbe girişimini bir yere oturtamayız.
Bütün bu tablonun ortaya konması ve olası sonuçlarını saptama girişimi ile AKP’nin kesinkes gideceğini iddia etmek farklı şeyler. Neredeyse 2 yılı aşkın bir zamandır AKP’nin ha gitti ha gidecek diye toto oynayan bir sol analizcilik bulunuyor. Ama siyasette 2 yıl çok uzun bir zamandır ve bu zaman zarfında hala bu tespit gerçekleşmemişse oturulup düşünülmesi gerekir. Aslında solun gerçeklikten koparak siyasi gelişmelere yönelik tepkisel “aydın yaklaşımının” bir sonucudur bu psikoloji. Örneğin 7 Haziran’a yarı-devrim diye Yalçın Küçük ile 15 Temmuz sonrasına devrim diye Doğu Perinçek örnekleri de solun gerçeklikten kopukluğunun başka bariz örnekleri…
Yine yanılmışlardır.
Tek başına “liberal restorasyon” olacak tezine sahip olanlar tarafından gündeme getirilmedi bu tez. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, bir kez daha tekrar olma pahasına, bu tezle “dalga geçenler de” AKP’nin gideceğini varsaymış, “bir tekme de biz vuralım” ya da “AKP’nin gidişinde yeri olmayanların geleceği olmaz” sözleriyle bu durumu açık olarak ortaya koymuşlardı. Yine hayaller Paris, gerçekler Eminönü sözünü hatırlatan bir yaklaşımın bütün tutarsızlıklarını gördüğümüz bir süreç yaşadık. Bundan 1,5 yıl önce “tekme vuracak” olanlar “Haziran Direnişi”nin her daim sürdüğünü, halk faktörünün devrede olduğunu ve AKP rejiminin çöküşte olduğunu” iddia etmişlerdir.
Sanki bu laflar hiç edilmemiş gibi bugün büyük siyaset oynayanların hiçbir inandırıcılığı ve ciddiyeti bulunmuyor.
AKP’nin gidişi emekçilerin örgütlü gücüyle mümkündür ve bugün emekçi sınıfların örgütlü gücünü oluşturmak en başa yazılmalıdır. Düzen içi muhalefete bel bağlarsanız reformizm kapısı da açılır.
Çöküş ve Kriz
Umut vermek iyidir. Ancak umut satmak tehlikelidir. Gerçekler devrimci ise devrimcilerin de gerçekçi olması gerek.
Ancak mesele gerçeklik değil… Devrimci demokrat bir bakış açısının bütün tezahürünün görüldüğü “aşkın” hal ile karşı karşıya bulunduğumuz saptamalar çabuk unutulmamalıdır. Örneğin emperyalizmin kriz dinamiklerinin birikmesi ile “emperyalizmin büyük bir kriz içinde” olduğu iki ayrı olgudur. Kağıttan kaplan tanımlamasına benzer bir Maocu retorik bundan 1 yıl önce gündeme gelmiş, özellikle emperyalizmin Ortadoğu’da yenileceği ve bu açıdan “yerel seküler güçlerin desteklenmesi” tezi hilafsız ortaya atılmıştı. Bu tez başka bir şekilde şöyle de formüle edilmiştir. “Sekülerizm mücadelesi verilirken anti-emperyalist görevler ihmal edilebilir” diye… Bugün PYD’nin ABD emperyalizmi ile yaptığı ittifak herkesin üzerinde mutabık olduğu bir konu. Bu tez, aslında “Kürt siyasi hareketi” ile ittifakın kapısını açmak içindi. Bir yandan liberal güçlerle yan yana gelmenin diğer yandan PYD destekçiliğinin teorik kılıfı şeklinde okunmalıdır bu tezler… Ancak bir kez daha olmadı.
Rojava ve devrim kavramı
“Rojava Devrimi” kavramı da tam olarak buraya oturuyor. Türkiye solunda bu kavramı yine gelişi güzel ucuzca kullanan çok fazla siyasi hareket ortaya çıkmıştı. Şimdi ABD üslerinin bulunduğu PYD bölgelerinde nasıl bir devrim olduğunu açıklamak durumundadırlar. Türkiye solunun gerçek bir özeleştiri yapmadan geleceğini kurma şansı olmayacaktır. Emperyalist ve cihatçı saldırganlığın yıktığı bir ülkede ortaya çıkan yönetim boşluğunu devrim diye açıklamak büyük bir hata idi. Bugün ABD üslerinin konduğu bu gerçekliğe sanırız yeni bir kavram bulunmalıdır.
Emperyalizm, örneğin Trump yönetimi ile doğrudan saldırılarını artırmaktan hiç beis görmeyecektir. Obama’nın ittifaklarla yapalım tarzı, Trump ile birlikte tek başına gerekirse müdahale edilir yaklaşımına yerini bırakacak. Emperyalist kutuplar arasındaki çelişkilerin daha da arttığı bir dönemde emperyalizmin büyük bir kriz içinde olduğunu söyleyip bugün söylenen lafları yalamak yenilir yutulur bir durum değildir.
AKP’nin çöküşü tezi
Aynı yaklaşımın bir başka boyutu ise AKP rejiminin çöküş içinde olduğu tezi idi. Bundan 1 yıl önce bu tez üzerinden “liberal cephenin” parçası olmayı göze almışlardı. O yüzden “saray çetesi” mutlaklaştırması üzerinden bir meşruiyet arayışı içine girildi. Ancak yaşanan bütün gelişmeler AKP iktidarının bir çöküş değil, bir dizi sıkışma, darbe ve krize rağmen iktidarını sürdürdüğünü ampirik olarak göstermiştir. AKP gitti gidiyor tezinin bir başka şekilde ifadesi olan bu görüş bir kez daha çöktü. Ancak bu tezin çöküşünün farkına varamayacak kadar bir apolitizm içinde yüzüldüğünü de üzülerek yazmak gerek.
“Emperyalizm krizde, AKP rejimi çöküşte” diyerek Haziran Direnişi’ni mutlaklaştırıp “halk faktörü” devrede tezi tam bir Maocu ya da devrimci-demokrat klişe idi. Bu tezler ortaya atılmış, bugün üzeri örtülmüştür. Türkiye solu bir kez daha siyasal analizde yanılmış, yanlış saptamalarla yanlış yollara sapmıştı: Liberalizm saflarına geçilmesi suçlaması, bu kesimler için bu açıdan boşuna söylenmiş bir söz değildir. Haziran Direnişi’nin aynı şekilde devam etmeme olasılığı söylendiğinde “olay çıkaranlar”, bugün AKP’nin dinci faşist dikta rejimine gittiğini söylemeleri ise son 1 yılda Kılıçdaroğlu’nu aratmayacak bir u dönüşünün başka örneği değil midir?
Bu kadar kıvırmak, omurgasızlığı da beraberinde getirir.
İslamcı Faşizm tespiti
En geniş demokratik cephenin kurulması gerektiğinin gerekçelerinden birisi de “faşist diktatörlük” geliyor tespiti. Özellikle AKP söz konusu olunca “İslamcı faşist diktatörlük”e doğru Türkiye’nin gittiği söylenmektedir.
AKP çöküşte deyip bugün bu tezi gündeme getirmenin tuhaflığı başka… Bir de AKP diktatörlüğe gidiyor deyip bugün çark edenler var. O yüzden de Türkiye solunda ne dediği belli olmayan o kadar çok analiz var ki, bugünden bakıldığında hepsi için ihtiyatlı bir okuma tavsiyesi yapmamız yanlış olmayacaktır.
Türkiye ekonomisinin kırılganlığı ortada. Ortadoğu’da yeni Osmanlıcılığın çöktüğü de… Klasik faşizmin Türkiye’de ortaya çıkmasının aynı zamanda sermaye birikim modelleriyle ilgili olduğunu yazmış, bugünkü gerçeklere uymadığını da ifade etmiştik.
İkinci olarak, bugünün faşizmini, Hitler dönemine benzetmemek gerektiğini yazanlar var. Aslında AKP’ye bakıp faşizm tespiti yapanlar güncelleştirilmiş bir “neo-faşizm” tespiti yapıyorlar. Buradan çıkarmak istedikleri gerçek bir tespit değil, geniş cephe yaratmanın gerekçesini oluşturmaktır. Doğaldır ki bu cephe, liberal-demokrat bir cepheden ve HDP yancısı bir durum ile CHP ile ittifak dışında bir karşılık oluşturmuyor. Örneğin bir siyasal parti temsilcisi BDP’yi ziyaret ediyor, diğeri CHP Genel Başkanı’nı…
Mesele açık. Gerici bir sermaye diktatörlüğü yerine yeni bir faşizm tanımı yapmanın politik bir karşılığı bulunmuyor. Dediğimiz gibi mesele başka bir niyetle açıklanmalıdır.
Suriye’deki Halep zaferi radikal İslamcılığa vurulmuş önemli bir darbe oldu. Sırada İdlib var. Rakka ve Musul’da aynı şekilde radikal İslamcılık büyük bir darbe yiyecek. Mısır, Tunus’ta ortaya çıkan yeni rejimler Ilımlı İslamcılığın da nefesini kesti. Hele hele Suriye’de “seküler Suriye Arap Cumhuriyeti’nin” kurulacak olması İslamcılık meselesini emperyalist tercihler bağlamında da yeniden değerlendirmeyi zorunlu kılmalı… Türkiye’de ise FETÖ’nün tasfiyesi bir İslamcı kanadın tasfiyesi olarak okumak gerek. AKP’nin Rusya ve İran ile anlaşması, Trump’ın İslamcılığa karşı tutumu, AKP’nin darbe girişiminden sonra ulusalcı güçlerle yaptığı ittifak düşünüldüğünde ve aynı zamanda Türkiye’nin sıkışmış yapısı söz konusu olduğunda buradan bütünlüklü bir faşizm hele hele İslamcı faşizm çıkmasının “sınırları” olduğu görülmelidir.
Örneğin bugün sermaye düzenini tehdit eden bir sınıf hareketi olsaydı, büyük bir ekonomik kriz ortaya çıksaydı ve emperyalist sistem onay verseydi Türkiye’de baskıcı bir faşist yönetiminin iş başına getirilip ve destekleneceği saptaması yapılabilirdi. Ancak bugün AKP iktidarı sıkışmış bir iktidar olarak baskıcı bir karakter taşıdığı başka bir gerçektir. Bu aslında AKP’nin bir açıdan güçsüzlüğünü de ortaya koymaktadır.
AKP büyük bir pragmatist hareket olarak her kalıba giren bir partidir. AKP’nin sınırları vardır ve bugün AKP emperyalist sistemin çarkları dışına çıktığında devrilme olasılığı da bulunmaktadır. Ancak AKP’nin bu sınırlara riayet etme olasılığı da bir köşeye yazılmalıdır.
Restorasyon, merkezileşme, otoriterleşme
Bugün AKP iktidarının yaşadığı sıkışmayı görmek gerek. Bunun için “mutabakat” ve “yeniden yapılanma” arayışı içinde olduğunu da… Bunu denemektedirler ve bu konuda sınırları bulunmaktadır. Belirleyen sermaye çıkarları ve emperyalizme bağımlılıktır.
Örneğin, Türkiye, Suriye dış politikasında büyük bir “restorasyon” yapmıştır. O yüzden kavramları konuşacaksak tekil tekil her olaya dönük bir tanım elbette getirebiliriz. Ancak “kavramlarla” mutlaklaştırdığımızda bu tür gelişmeleri açıklamaktan uzak kalacağımız bir kez daha belirtilmeli…
Bugün başkanlık rejimine geçiş de aynı zamanda Türkiye sermaye devletinin yaşadığı kriz ve sıkışmayla ilgili olarak okunmalıdır. Sermaye devleti, merkezileşmek ve otoriterleşme zorunda. Bunun yolu yapılmaktadır. Buradan örneğin Kürt meselesinde liberal bir entegrasyon projesi gelecekte gündeme gelebilir ve belki de yapılması gereken önce ipleri sağlama alıp sonra bir açılım denemesidir. Aynı zamanda AKP, iktidarını koruma yolu olarak da tek bir seçeneğe sıkışmış gözüküyor ki düzen içinde başka bir alternatifin ortaya çıkmadığı bilinmelidir.
Türkiye solunda AKP iktidarına, kurduğu rejime, dünyanın gidişine, ortaya çıkan sınırlayıcı denge koşullarını görmeden “sıktığı” her kavramın altında tutarsız bir siyasal yalpalanmanın sonucu olarak görülmeli. Dediğimiz gibi bu durum, özünde yanlış siyasi okumayla ilgilidir.
Biz bir kez daha ezbere dönülmesinden yanayız. Sermaye ve emperyalizm tarafından belirlenen bir iktidar karşımızda bulunmaktadır. Bu iktidarı köküne kadar sermaye diktatörlüğünün çıplak halinden başka bir şey değildir.
Bütün bu yazılanlardan AKP gitmeyecek mi gibi bir sonuç çıkarılmamalıdır. AKP karşıtı mücadeleyi düzen güçlerine havale edip, biz düzenin bu oyununda yokuz diyerek “ideolojik bir duruştan” ibaret kalan siyaset ile siyaset adına düzen muhalefetinin parçası haline gelen reformizm uçları görülmelidir. Türkiye sosyalist hareketi, bağımsız siyasal hattını örerek ve emekçi sınıflar içinde örgütlenerek yolunu açacaktır.