Düzenin ladesi: Adım adım gelen kriz
14-10-2018 08:5090'lı yıllar Türkiye'de düzen siyaseti açısından "krizlerle" anılan bir dönemdi. Siyasal, ekonomik ve sosyal kriz, düzen siyasetinin yeniden şekillenmesine yol açtı.
İlker Demirer
90’lı yıllar Türkiye’de düzen siyaseti açısından “krizlerle” anılan bir dönemdi. Siyasal, ekonomik ve sosyal kriz, düzen siyasetinin yeniden şekillenmesine yol açtı. Tüm bu tabloda sermaye sınıfı, kendi iç bileşenlerinde değişiklikler yaparken, işçi sınıfına dönük saldırgan tutumunu da güçlendirdi. Emperyalizmin 90’lı yıllardaki genişleme eğilimi, Türkiye ekonomisinin iç bileşenlerini ve ağırlıklarını da değiştirdi. Sonuçta 90’lı yıllarda “kriz” olgusu toplumsal yaşantının parçası olurken, 2001 krizi tüm bu sürecin birikimiyle şekillendi.
Bugün AKP iktidarının dilinden düşürmediği 2001 krizinin faili olarak gösterdiği “siyasal istikrarsızlık” tezi emperyalizmin Türkiye’ye biçtiği yeni rejimin en önemli dayanak noktalarından birini oluşturuyor. Ancak, 2001 krizi siyasal uyumsuzlukların sonucu değil, emperyalist-kapitalist sisteme bağımlılığın ürünü olarak ortaya çıkmıştı. 80’li yıllardan itibaren başlayan finansallaşma eğilimi, Türkiye’nin ana ekonomik rotasını belirledi. Burada emperyalizm teorisinin ayırt edici özelliği olan “mali-sermaye” olgusunun devreye girmesi, Türkiye ekonomisi için “çürütücü” özelliklerin güç kazanmasına neden oldu.
80’li yılların ilk yarısında “serbest piyasa” ekonomisinin göreli olarak imalat sanayinde yükseliş getirmesi sermaye çevreleri için “başarı” olarak pazarlandı. Öte yandan, bu stratejinin temelini oluşturan şey emperyalist tekellere büyük kaynak aktarımlarına olanak sağlayan şey para politikalarıdır. Yüksek faiz-enflasyon-dış açık döngüsüne sokulan Türkiye ekonomisinin, bu döngüden kazançlı çıkanı uluslararası tekeller, onunla birlikte çalışan yerli sermaye ve rantiyelerdir.
94’ten 2001’e uzanan patika
Bu yılların sonunda başlayan yeni liberalleşme dalgasının ağırlığı altında ezilen Türkiye ekonomisi, reel ücretlerin düşmesi ve iç talepteki daralmayla birlikte açıklarını dış kaynak bularak aşmaya çalıştı. Bu kaynak aktarımı yüksek faizler aracılığıyla gerçekleşince, sonuçta bu borçların doğurduğu yükümlülükler kamu maliyesinin sırtına bırakıldı. 94 yılında başlayan kriz öncesinde 93 yılındaki 6,3 milyar dolarlık yüksek cari açık ve yüksek kamu borçları 94 krizini tetikledi.
94 kriziyle şekillenen Türkiye ekonomisi için artık yolun sonu bellidir. Yüksek faiz-enflasyon, kitlesel işsizlik ve faiz dışı ödemelerin ciddi bir biçimde arttığı bir dönemde, yolun sonu görülmüştür. Yolun sonunu hazırlayan iki temel olgu; 98 Asya krizi ve 99 IMF anlaşmalarıdır.
98 Asya krizi olarak bilinen finansal kriz, Uzakdoğu Asya’da “Asya kaplanları” olarak iddia edilen ülkelerin ekonomilerini felce uğratırken, aynı krizin etkileri Rusya’da da görüldü. Rusya’nın Sovyetler sonrasındaki döneminde şekillenen saldırgan sermaye politikaları, ekonominin on yıl içinde yüzde 41 daralmasıyla sonuçlandı. Rublede başlayan kriz, Rusya’nın dış pazarlarını da etkiledi.
Türkiye bu krizi fazla hissetmezken, farklı açıdan benzer mekanizmaların çalıştığı bir sürece doğru sürüklendi. 99 yılında üçlü koalisyon hükümetinin yüksek enflasyonu düşürmek için IMF ile imzaladığı Stand-By anlaşması, “ekonomik reform” söyleminin cilası altında imzalandı. IMF politikalarının getirdiği ağır yük, Türkiye’ye bir kez daha yüksek faizli günler bekliyordu.
Böylece tıpkı 94 yılındaki kriz benzeri mekanizma tetiklendi. 93 yılında pik yapan cari açık, 2000 yılında yeni bir rekora koştu. 10 milyar dolara yakına ulaşan cari açık, yüksek faiz oranları kaynaklı olarak kurun aşırı değerlenmesinden ötürü gözlemlendi. Böylece mali-sermaye ile kaynaşmış olan yerli sermaye de bu durumdan kârlı çıktı.
Tekellerin programının kriz üzerindeki etkisi
Böyle bir ortamda “büyük kazanan” sermaye, borçları ise kamunun sırtına yıktı. Sermayenin temsilcisi olarak hareket eden iktidar, iç borçlanma tahvillerini de kullanarak bu kesimin kazançlarını yükseltti. 2000 yılının Kasım ayında başlayan “bankacılık krizi” böyle tetiklendi.
Aslında hortumlanan bankalar olarak bilinen bankalar toplam borcun üçte birini temsil ediyordu. Bunların TMSF’ye devredilmesiyle birlikte, kamu bankalarının sermayenin ihtiyaçları aracılığıyla yönetilmesi kamu maliyesinde çok büyük açıkların doğmasına neden oldu.
2001 yılına gelindiğinde artık durum kontrol edilemez noktaya gelmişti. Merkez Bankası’nın elinde “bankacılık krizininin” etkilerini azaltmak için dolar rezervlerinin dörtte birlik miktarını bozdurdu. IMF programları sıkılaştırıldı. Ancak mali sermayenin kaynakları transfer edilmesinin önüne geçilemedi. Sadece bir yıl içinde 5 milyar dolarlık bir büyüklük yurtdışına transfer edildi. 2001 yılında krizle beraber 16.2 milyar dolarlık bir çıkış gerçekleşti. Toplam net sermaye çıkışı iki yılda 21 milyar doları bulurken, bu toplam ekonominin onda biri düzeyindeydi. [1]
Bu durumdan sonra uygulanmaya başlanan kriz politikaları tam bir teslimiyeti de beraberinde getirdi. IMF ile yapılan anlaşma sonucunda kredi akışı sağlandı. Öte yandan IMF programı sıkı para politikası, dalgalı kur politikası ve büyük bir özelleştirme ve sosyal yıkım politikalarını da beraberinde getirdi. Bunun için atanan Kemal Derviş programı, AKP döneminin ekonomi -politiğinin altyapısını hazırladı.
2001 krizi, uluslararası tekellerin güdümündeki ekonomi politikaların ne denli ağır sonuçlar doğurduğunun önemli bir kanıtı oldu. Krizden çıkış için uygulanan politikanın emek karşıtı bir içeriğe sahip olması da şaşırtıcı değil. Sermayenin uluslararası dağılımı, Türkiye’ye yeni bir rol biçmekteydi. Bu yeni rol için sermaye birikimi güçlendirilmeli, ekonomik kaynakların sermaye sınıfına aktarılması gerekmekteydi.
İşçi sınıfı programı olmadığında…
Derviş’in gelmesinin ardından başlayan ekonomik reform programı ile hızlı bir özelleştirme, sıkı bir maliye ve para politikası uygulandı. İşçi sınıfı krizden ağır yara alarak çıkarken, sermaye ise bir süre sonra kriz öncesi büyüklüklere ulaştı. GSYH açısından değerlendirildiğinde 9 çeyrek sonra kriz öncesi büyüklüklere ulaşıldı. [2] Öte yandan, reel ücretler imalat sanayi için kriz öncesindeki büyüklüklere tekrardan ulaşılamadı. Ortalama ücretler 2005 yılında dahi yüzde 10 daha azdı.
Kriz, 2001’den itibaren sermayenin daha az engebeli bir yola direksiyonu kırmasını sağlarken, emperyalizm çağında kriz dinamiklerinin nereden beslendiğini de öğretici oldu. 2001 sonrası sermaye için aynı olmazken, emekçiler açısından da acı bir deneyimi geride bıraktı.
Bu acı deneyim, kriz koşullarında işçi sınıfı programı ve örgütlülüğü olmaksızın ancak gericiliğin ve sermaye düzeninin kazanacağıdır. Bu deneyim 2008 yılında bir kez daha tekrarlanmış olup, bugün için ise tersine çevrilmek zorundadır.
Kaynaklar
[1] 2001 krizi, öncesi ve sonrası, Merih Celasun, s.19-20
[2] 2001 ve 2008 krizlerinin karşılaştırılması, Müge Adalet, Sumru Altuğ, 2010, EAF yayınları