Emperyalizmin krizle dansı
Geçen haftaki yazıda içinden geçtiğimiz derin krizin sebeplerinin tartışılmasını bu haftaya bırakacağımı ifade etmiştim. Geçtiğimiz haftanın son gününde tertiplenmiş olan Emperyalizm seminerinin de konumuza denk düşmesinden yararlanarak, bu iki konuyu birlikte ele almak istiyorum.
Geçen haftaki yazıda içinden geçtiğimiz derin krizin sebeplerinin tartışılmasını bu haftaya bırakacağımı ifade etmiştim. Geçtiğimiz haftanın son gününde tertiplenmiş olan Emperyalizm seminerinin de konumuza denk düşmesinden yararlanarak, bu iki konuyu birlikte ele almak istiyorum. Hemen şunu belirtmemde yarar görüyorum ki, emperyalizm alanına giren ekonomiler, bağımlılık psikolojisindeki bireyler gibi, her çıkış debelenmesinde geçici rahatlık sağlarken, ertesinde daha yüksek emperyalist baskı altına girme mecburiyetinde kalır ve bu inişli-çıkışlı süreç böylece devam eder gider. Bugünkü yazıda 2000 IMF-Derviş programının ekonomimiz açısından nasıl bir emperyalizme teslim projesi olduğunu ve hangi nirengi noktaları ile ülkeyi bugünlere taşıdığını kısaca tartışmak istiyorum.
2000 IMF-Derviş programı maliye, para ve genel ekonomi politika alanlarını kapsayan fevkalade geniş açılımlı idi. İlk belirtilmesi gereken nokta, ekonominin alt-yapısının, yani üretim ve verimlilik yapısının ele alınmadan, salt görüntüsel aksaklıkların zoraki önlemlerle düzeltilmesinin amaçlanmış olmasıdır. Projenin IMF tarafından hazırlanması bu yaklaşımı kendi içinde zorunlu ve haklı kılıyordu. Zira Dünya Bankası’ndan farklı olarak, IMF’nin ülke sorunlarına yaklaşımı cari açık ve üst-yapı makro göstergelerdeki bozukluklarla sınırlıdır.
Bu tablo içinde Türkiye’yi ele almış olan IMF-Derviş programının saptamaları, ağır dış borç stoku, büyük bütçe açığı, yüksek enflasyon, yüksek seyreden faiz haddi gibi temel göstergeler olmuştur. Böylesi tanının tedavi yöntemi de, temel ekonomik yapı ve işleyişe inmeden, bazı zorlama önlemlerle göstergelerde düzeltme yönünde politika önerilerinden oluştu. Üç temel ayağa dayanan politika önerisinde maliye alanında bütçe disiplininin sağlanması ve harcama kısıntısı gündeme geldi. Açıktır ki bunun anlamı, kamu hizmetlerinin nicel ve nitel olarak daraltılması, özelleştirmelere hız verilmesi, kamu hizmetlerinin hizmet alımı şeklinde özel kesime ihalesidir. Programın parasal alandaki önerisi ise, “para kurulu” na dönüştürülen Merkez Bankası’nın bütçe açığının ufak bölümünü finanse etmesi, geri kalan bölüm için hazinenin para piyasasına yönelmesini amaçlamakta idi. Bunun anlamı ise, faizlerin yükselmesi ve yatırımların azaltılmasıdır. Yükselen faiz ülkeye döviz girişini kamçılayıp lirayı değerlendirirken, gerek tüketim gerek sanayi girdisi ithalatında artış, ihracatta ise gerekli artışı sağlayamama eğilimine girildi. Emperyalizmin amacı gerçekleşiyordu. Neticede, içeride gerçekleştirilebilecek üretim dış dünyaya aktarıp içeride işsizlik yükselirken, ithalat için gerekli döviz ise finansal fonlardan, yani dış borçlanmalarla sağlanıyordu. Nihayet programın üçüncü ayağını ise ekonominin serbestleştirilmesi ve dış dünyaya denetimsiz açılımının sağlanması oluşturdu. Görülüyor ki, ekonomimiz, dış sermaye lehine üretimden uzaklaştırılıp, montaja, halkımız ise gereksiz şekilde ithalata bağlı tüketime yönlendirilmiş oldu. Halkın genel gelir düzeyinin bu projeyi destekleyecek şekilde yükseltilmesi ise finansal sermayenin faiz karşılığında açılan kredi muslukları ile karşılanıyordu. Sonuçta, bugün geldiğimiz noktada bireysel borçlulukta giderek yükselen birikim, firmaların kurumsal borçluluğunda yükselen borçluluk, kamu kesiminde yükselen açık ve borçluluk ve ihracatı aşan ithalat nedeniyle yükselen cari açık ile karşı karşıyayız. Kısacası, sıkışan dünya kapitalizmine hizmet sunacak şekilde programlanan ülke, serseri uluslararası fonlara olağanüstü faiz ödeme durumunda kaldı, yabancıların eline geçen bankaların büyük kısmı ise yüksek faiz geliri sağlayarak merkez ülkelerine kar transferi yaptılar. Başta TÜPRAŞ olmak üzere değerli kuruluşlarımızın bir bölümü yabancılara, büyük bölümü ise değerlerinin çok altında burjuvazi kesimine devredildi. Böylece ekonomi 18 yıl içinde daha yoksul olarak eski düzeyine geri dönmüş oluyordu. İşte emperyalizme teslimiyetin son derece doğal sonucu!
Peki, bugün ne yapıyoruz, geçen hafta belirttiğim gibi, ekonomide geçici ve aldatıcı önlemlerle ateşi hafifletmeye çalışıyoruz. Faizlerin olağanüstü yükselişine rağmen döviz piyasasındaki gerileme pek de operasyonun başarılı olduğu sinyalini verememektedir. Döviz gerileyebilir miydi? Hayır, çünkü bu kadar borçlandırılan ekonomide şimdi sıra ulusal varlıkların değersizleştirilmesidir. Gazetelerde okuduğumuz üzere, dövizin yükselişinde nasıl bazı insanlar görece ucuzlayan makyaj malzemeleri önünde fırsatçı kuyruğu oluşturdu ise, benzer yabancı kuyrukların da değersizleşen firmaların ya da kuruluşların önünde oluşması kaçınılmazdır. Üstelik bizzat siyasal erk ve yerli sahipleri bu kuyruğa teslim olmaktan da fazla rahatsız olmazlar, çünkü ülkeye döviz girer ve kur belki bir miktar gerileyebilir. Yapılan operasyonu anlayamayan halkımız ise kurun gerilemesini siyasi erkin artı hanesine yazabilir. Görülüyor ki, emperyalizm yukarı kaldırdığı bir ekonomiye öylesi alışkanlıklar ve sorunlar yükler ki, siyasi erk yegâne kurtuluşu yine emperyalizme sığınmakta bulur, bu durumu da halka kriz teğet geçti diye satabilir.
Şimdi biraz da emperyalizm teorisine bakalım ve yukarıdaki bölümü bu anlayışla değerleyelim. Emperyalizm; Lenin’in yaklaşımı ile, gelişmiş ekonomilerden geri kalmış ekonomilere sermaye transferi olarak tanımlanan siyaset teorisi ve politikası olarak bilinir. Buna göre, gelişmiş ekonomiler üretim araç ve süreçlerini gelişmekte olan ekonomilere kaydırarak, kar transferi yolu ile merkeze kaynak aktarırlar. Bu oluşumun sebebini, merkez ekonomilerde oluşan kâr oranı sıkışıklığı ve sermayenin dış dünyaya, emeğin ve kaynakların daha ucuz olduğu bölgelere açılım zaruretidir. Bundan dolayı, emperyalizm kapitalizmin son aşaması olarak tanımlanmıştır.
Emperyalizm, üretim teknolojisi ve ekonomik araçların farklılaşmasına bağlı olarak sömürgecilikten ayrılır. Teknik bakımdan özünde kapitalizm dokusu barındıran emperyalizm, bu yönü ile geçmiş dönemler kabile ya da feodal beyler arasındaki çatışmalardan da farklıdır. Ancak günümüz emperyalizminde de ekonomik üstünlük, stratejik avantajın korunması ya da piyasa açma amaçlarıyla çatışma ve savaş yöntemlerine başvurulabilmektedir. Günümüzde Ortadoğu, geçmişte Japonya’ya ABD’nin savaş gemisi göndererek ülkenin kapalı feodal yapısını ticarete açma girişimleri örneklerden bazılarıdır. Günümüzün ekonomik ve psikolojik araç ve süreçleri fevkalade gelişmiş olduğundan emperyalizmden söz edilirken, ekonomik araçlarla yürütülen örtülü emperyalizmden çok genellikle çatışmalar ön plana çıkmaktadır. Oysa ekonomik araçlarla yapılan emperyalizm çok daha feci sosyal yıkımlara uzun zaman boyutunda gerçekleştirdiği halde genellikle geri planda kalır. Hatta örtülü emperyalizm doğayı ve insan beynini tahrip ederken bizzat kendi dokusunu da uzun sürede tahrip etmektedir. Bu nedenle, açık ve özellikle de sinsi seyreden emperyalist sürecin genetik yapısını oluşturan kapitalizme karşı çıkmadan süreci durdurmak olanaksızdır. Emperyalizm ideolojisini de oluşturup eğitim kurumlarıyla yaygınlaştırabildiğinden anlaşılamamanın ötesinde, bazı durumlarda talep edilir konuma dahi gelebilmektedir. Nitekim emperyalizmin son aşaması olan küreselleşme döneminde bazı aydınlarımız dahi yabancı yatırımların istihdama, cari açığın kapatılmasına ve teknolojik yenilenmeye katkı yapacağını akıl almaz şekilde ileri sürmedi mi?
Lenin döneminden günümüze geldiğimizde işleyiş farklılığından dolayı teoriyi finansal dönem koşullarına uyarlamak gerekmektedir. Şöyle ki, günümüzün finansal hareketler koşulunda sömürücü sermaye salt reel yatırım sermayesi olarak değil, tasarruf açığını telafi edici işlev yüklenerek, finans kaynağı olarak da ekonomiye girmekte ve katma değer yaratıcı faaliyette dahi bulunmadan faiz geliri adı altında toplumsal değerden aslan payı alarak ekonomiden çıkabilmektedir. Finanslaşma döneminde, özellikle de vergi cennetleri uygulamasının yaygınlaştığı günümüz koşullarında ülke burjuvazisi de sömürü payını yurtdışına, vergi cennetlerine taşıyabildiği görülmektedir.
Emperyalizm, ekonomik güç ve hâkimiyetine dayanarak tüm mevzuatı ve uygulamayı kendi çıkarı yönünde yaptırabildiği gibi, üretime ve vergi gelirlerine katkı yönü ile de maalesef bizzat zayıf ekonomilerce davet edilir konumda olabilmektedir. İlginçtir ki, ülkemizin içinde bulunduğu durumda görüldüğü üzere, emperyalist sömürü altında yaşanan rahatlama ve geliştirilen alışkanlıklar bir süre sonra ekonomiyi yeni ve daha güçlü emperyalist dalgayı talep eder konuma sokmaktadır. Emperyalizmin zor altındaki ülkelerden talebi, halkların anlayamayacağı şekilde üst düzey anlaşmalarla siyasal risk, hatta uluslararası çatışma talebi dahi olabilir.
Şurası kesin ki, iç ve dış, reel ve finansal sermayenin halk üzerindeki faaliyetleri emperyalist nitelikli olup, kapitalizm özlü ve sömürücüdür. Daha basit söylersek, kapitalist sistemde maddi ya da finansal sermayenin oluşumu sömürüye dayandığı gibi, ekonomik faaliyete girme nedeni de sömürüdür. Sömürücü niteliği bağlamında emperyalizm tartışmalarında burjuvazi ile dış sermaye arasında fark gözetilemez. Bu nedenle, kapitalizm içinde kalarak sürecin eleştirisi sonuçsuzdur, zira emperyalizm, doku olarak, kapitalist sömürü ile özdeş olduğundan organ reddine uğramaz, bu nedenle önce organı tanımak gerekir. Hal böyle olunca, sömürü olgusu emperyalizme karşı ilk aşama mücadele aracı olarak kullanılabilir olabilmekle beraber, asıl sonlandırıcı hedef sistem olmalıdır. Bu amaçla sistem analizine yönelerek, halkı ve emekçileri bu yönde aydınlatmak gerekmektedir.
Emperyalizmin en önemli ideolojik araçlarından biri de eğitim ve eğitim kurumlarının örgütlenme biçimidir. Haftaya bu alan üzerinden konuya devam etmek üzere, hoşça kalın!