Köy Enstitüleri’nin 'bilinmek istenmeyen' gerçekleri

ugün Köy Enstitüleri’ni fazla iyi niyetle sadece bir eğitim meselesi olarak görenlerin, meselenin arka planında yatan gerçeğin sınıfsal hakimiyeti tahkim etmek olduğunu bilmeleri gerekir.

Köy Enstitüleri’nin 'bilinmek istenmeyen' gerçekleri

UMUT KURUÇ

“Elimde olsaydı tüm dünya okullarına insanın insanı sömürmemesi diye bir ders koyardım…”

                                 İsmail Hakkı Tonguç

Bugün Köy Enstitüleri’ni fazla iyi niyetle sadece bir eğitim meselesi olarak görenlerin, meselenin arka planında yatan gerçeğin sınıfsal hakimiyeti tahkim etmek olduğunu bilmeleri gerekir.

Bu yazı Köy Enstitüleri’nin eğitim niteliğine değil, söz konusu aydınlanma hamlesinin tam da bu sınıfsal gerçekliğe oturan temeline değinmeye çalışacaktır.

1923 Cumhuriyeti yüzde 80’i yoksul köylü olan bir coğrafyada kurulmuştur. Bu köylü nüfusun çok büyük bir bölümü büyük toprak sahibinin toprağında ortakçı, yarıcı ve/veya ameledir, okuma yazma oranı sıfıra yakındır. Tarım iptidaidir. Büyük toprak sahibi aynı zamanda köyün de sahibi ve hayatın belirleyicisi, yönetenidir. Güç mülkiyete dayalıdır.

Kurulan Cumhuriyet, modern kapitalist bir ulus devlet olmayı hedefler. Bunun için sınıfsal çelişkileri geri plana iterek, “geri kalmışlıktan elbirliği ile çıkmak” gerekir.

Ancak, Kurtuluş Savaşı esas olarak Anadolu topraklarındaki köylüler ve işçilerin seferberliği ile kazanılmıştır. Toprak sahipleri ve tüccar gibi üst sınıflar ise 1945 yılının başında “Çiftçiye Toprak Dağıtılması ve Çiftçi Ocakları Kurulması” hakkındaki yasa tasarısı görüşmelerinde “Acaba bu adamları (büyük toprak sahipleri) ortadan kaldırmak memleketin inkişafı için faydalı mıdır, dedim, o da değil… O adamlardır ki, milli mücadelenin ilk günlerinden beri Garp Cephesi Kumandanı 100 vagon buğday verin der, yetiştirir; Etem gelir 200 vagon ister, onu da yetiştirir. Hani muhterem bakanımızın tasfiyeye layıktır dediği o ağalar yok mu, işte onu bunlar yaptı. Oğlunu askere gönderdi, binlerce vagon zahireyi, yüzbinlerce lirayı Hükümet yok iken Garp Cephesi Kumandanının emrine gönderdi” (Emin Sazak, Eskişehir Milletvekili) sözleriyle hesabını soracakları desteği vermiştir.

Bu koşullarda “geri kalmışlıktan elbirliği ile çıkmak” ne derece gerçekçidir? Ya da geri kalmışlıktan çıkış kimlerin çıkışıyla sonuçlanacaktır?

Kuruluşun başından itibaren “Köylüler ülkesinin Milli Mücadelede seferber olan büyük kitlesi (köylüler) ekonomik olarak güçsüzdür ve siyaset zeminine erişebilme kapasitesinden yoksundur. Toprak sahipleri, eşraf, tüccar ve (varsa) küçük sanayi erbabı ise ekonomik gücün sahipleridir ve siyasete ‘sıfırdan’ değil, fiilen bir adım önde başlama avantajına sahiptir. ‘Geri kalmışlığı aşma’yı kendi anlayışlarına aykırı olmamak üzere kabul edeceklerdir.” (Bilsay Kuruç, Prof Dr. Tuncer Bulutay’a Armağan Mülkiyeliler Birliği Yayınları, 2015 Ankara, “Cumhuriyet ve Toprak” s. 242.)

1924 yılında çıkan Köy Kanunu, aynı yılın anayasası ile güvence altına alınan büyük toprak sahiplerinin mülkiyeti de göz önünde bulundurulduğunda, gerçeklikten soyutlanmıştır. Yoksul köylünün yaşamında, üretim koşullarında ve var olan güç ilişkilerinde herhangi bir değişiklik getirmez. 1. Meclis Yozgat Milletvekili Süleyman Sırrı İçöz’ün TBMM Tutanak Dergisi’nde yer alan aktarımı bunun gerekçesini açıklar niteliktedir: “İlk Meclis’te köy kanunu müzakere edilirken bendeniz dışarıya çıkmıştım. Dışarıda –Allah rahmet eylesin- Beypazarlı Çayırlıoğlu Hilmi Bey vardı. İçeride ne konuşuyorsunuz diye sordu. Köy kanunun konuşuyoruz dedim. Maksat nedir, dedi. Latife olsun diye, maksat senin gibi mütegallibenin elinden köylüyü kurtarmaktır, dedim. Bana cevap verdi, dedi ki; kurtaramazsınız. Değil mi ki, köylü çuvalını alıp benim ambara geliyor, değil mi ki bana akıl danışıyor, kurtaramazsınız. Köylü çuvalını alıp ambarıma gelmezse, bana akıl danışmazsa, o zaman mütegallibenin elinden kurtulur.”

1927, 1929, 1933, 1936 yılları toprak ve mülkiyet üzerine reform girişimleri adımlarının atılmaya çalışıldığı, CHP içerisinde ise özellikle 1930’larla birlikte Cumhuriyet’in yönünü belirleyecek gerilim ve çatışmanın iyice açığa çıktığı dönemdir.

1930’lar krizi, nüfusun yüzde 80’ini oluşturan büyük çoğunluğu topraksız köylünün daha da yoksullaşmasını getirir.

Cumhuriyet’in “üreten köylü milletin efendisidir” sloganıyla, yoksul köylüyü çiftçiye, yani üreticiye dönüştürme hedefi bu tarihe kadar zengin toprak sahiplerinin destek almasının ötesine geçememiştir. Büyük toprak sahipleri mülkiyet ve gücü kaybetmek istemez. Onların zenginleşmesi topraksızların artmasıyla, tarımda ise verimin artmamasıyla sonuçlanmıştır.

Modern kapitalist bir ulus devlet olan Cumhuriyet’in geri kalmışlıktan çıkışının bir ayağı olan sanayideki kalkınma, tarımda söz konusu değildir. 18 milyonluk Türkiye Cumhuriyeti’nin 15 milyonu köydedir, büyük kısmı topraksızdır, yoksuldur ve yoksundur.

1936 yılına gelindiğinde tarım politikası toprak dağıtımı ve yeni bir köy düzenlemesi ile birlikte ele alınacaktır. Ancak sınıf çelişkilerinin geri plana itildiği koşullarda  “ekonomik olarak güçsüz ve siyaset zeminine erişebilme kapasitesinden yoksun olanların” ekonomik gücü elinde tutan ve siyasette temsiliyete sahip olanlar karşısında ne kadar olanağı vardır?

Egemen olan zihniyet “Fabrikaya amele lazım olduğu gibi, toprağı işlemeye de amele lazımdır. (…) Müslümanlık, mülkiyeti bir akide-i diniye (dini kural) olarak kabul ettiği için, bizde ve bütün Müslüman memleketlerinde herkes mülk sahibi olabilir ve alıp satabilir.” (Halil Menteşe) sözleriyle Cumhuriyet’in bundan sonra yol alacağı zemini tarif etmektedir. 1940’ların ikinci yarısında bu zemin açık seçik ortaya çıkacaktır.

1930’ların ikinci yarısına gelinmiştir. Tarım politikasının geliştirilebilmesi, ekonomik olarak köye girmeyi gerektirir. Bunun için ise yeni bir örgütlenme, bu örgütlenmeyi sağlayabilecek bir aydınlanma hamlesi gereklidir. 1937’de köy eğitmenleri yasası ile başlayan süreç 17 Nisan 1940’ta “Köy Enstitüleri Teşkili (Kurulması)” hakkındaki yasayla tamamlanacaktır.

Köy Enstitüleri Kanunu’nun birinci maddesi “Köy öğretmeni ve köye yarayan diğer meslek erbabını yetiştirmek üzere ziraat işlerinde elverişli arazisi bulunan yerlerde, Maarif Vekilliğince köy enstitüleri açılır.” demektedir.

Üçüncü maddesi de asıl meselenin sadece dışarıdan “köy-lü eğitimi” ya da “köye öğretmen yetiştirmek” olmadığını, bunun “kendi potansiyelini keşfederek, kendini farklı bir yapıya dönüştürme iradesi kazanma süreci”  (Bilsay Kuruç, Prof Dr. Tuncer Bulutay’a Armağan Mülkiyeliler Birliği Yayınları, 2015 Ankara, “Cumhuriyet ve Toprak” s. 261) olduğunun ipucunu verir: “Enstitülere tam devreli köy ilkokullarını bitirmiş sıhhatli ve müstaid (uygun yetenekte) köylü çocuklar seçilerek alınırlar. Enstitülerin tahsil müddeti en az beş yıldır.”

Bir diğer önemli nokta ise yasanın, enstitülerin adeta birer tarım işletmesi gibi donatılmasını öngörmesidir.

Elbette yasa tasarısı, tarihin gösterdiği şekilde egemenlerin sınıfsal ve siyasi temsilcilerince dirençle karşılanır. TBMM’deki görüşmeler sırasında bu isimlerden Kâzım Karabekir, enstitülere yalnızca köy çocuklarının alınmasının ülkede kentli-köylü ayırımını doğuracağını öne sürerek, tasarıya ilişkin korkusunu ” …Parti programında sınıf ayırımı yok diyoruz ama onu elimizle yaratıyoruz… Biz şehir ve köy çocuklarını birbirleriyle kaynaştıracak yerde bir safiyeti fikriye ile ayırırsak sonra acaba bu köylere başka taraflardan yapılacak telkinlerle günün birinde biz bu şehirlilerin karşısında başka fikirlerle onları mücehhez bulmaz mıyız?” sözleriyle dile getirir.

17 Nisan 1940 günü yapılan son oylamada 426 milletvekilinden aralarında Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü’nün de bulunduğu 148’i oylamaya katılmazken tasarı 278 oyla kabul edilerek yasalaşır. Katılmayanların gerekçeleri açıktır: Yeni bir toplumsal sınıfın sahneye çıkması…

1924’e kadar oluşmuş olan ve 1924’ten sonra da büyük toprak sahipleri lehine süren yapının değişip dönüşmesi mümkün olacak mıdır?

İsmail Hakkı Tonguç’un “(…) Toprakla insan, vatandaşla iş, servetle vatandaş arasındaki ilişkiler ahenkli bir şekilde kurulmayacak olursa, genel hayatın akışına yol açan bütün kanallar tıkalı kalmaya mahkûmdur… Verimli topraklarımızın çoğu bunları işletemeyen veya bu vasıta ile köylüleri sömürenlerin elindedir. Cumhuriyetin çözmeye zorunlu olduğu en büyük iş toprak sorunudur… Suların sahipliği sorunu da tıpkı toprak işi gibi mutlaka devletin el koyarak çözmesi gereken ulusal davalarımızdandır…” sözleriyle ortaya koyduğu esas sorun toprak sorunudur ve çözülebilmesinin en önemli ayaklarından biri de aydınlanmadır. İşte, Köy Enstitüleri’nin bu zevat için bir kabus olmasının esas nedeni de budur.

1942 yılında, bu adım yeni bir hamleyle bütünlenir: “Köy Okulları ve Enstitüleri Teşkilat Kanunu”… Böylece, köyü de içine alan, merkezinde kadın ve erkeğin birlikte çalışarak inşa edeceği okulun/enstitünün yer aldığı, köyleri enstitülerin yönetim alanı şeklinde örgütleyen ve okulun/enstitünün öncülüğünde kurulacak üretim ve tüketim kooperatifleri ile bunların birliğinin, kooperatifler birliğinin bulunduğu bir mekanizma.

Bu örgütlenme, 1942 yasasının özellikle 49 ve 68. maddeleriyle birlikte bambaşka bir toplumsal yaşamın değerler sistemini getirebilecek kapasitededir.

Bununla birlikte Köy Enstitülerine dönük karalama kampanyaları başlar. 1945 ve sonrasında bu yıpratma kampanyaları doruk noktasına ulaşacaktır. Nedeni açıktır: Bu aydınlanma hamlesine eşlik edecek olan toprak mülkiyetinde ve tarımsal üretimde değişiklik öngören: “Çiftçiye Toprak Dağıtılması ve Çiftçi Ocakları Kurulması hakkında kanun tasarısı”… Buna göre toprak mülkiyetinde 4 kategori öngörülür. 1. Küçük arazi (en fazla 30 dönüm), 2. Çiftçi Ocağı arazisi (30 ile 500 dönüm arası), 3. Orta arazi (500 ile 5000 dönüm arası), 4. Büyük arazi (5000 dönümden büyük ve sadece devlete/devlet iktisadi teşekküllerine ait).

Buna göre büyük toprak sahiplerinin mülkiyetleri sınırlandırılırken, üreten köylüyü ortaya çıkaracak ve hangi toprakta çalışıyorsa oradan mülkiyet devri gerçekleşecek olan araziler Çiftçi Ocakları olarak yaygınlaşacaktır: “Toprak işleyenin” olacaktır. Üç yıl boyunca toprağı işlemeyenin, çiftçilik yapmayanın arazileri kamulaştırılarak Çiftçi Ocağı’na devredilecektir.

1940 ve ardından 1942 ile başlayan eğitim, aydınlanma ve yeni bir örgütlenme olan Köy Enstitüleri ile birlikte 1945’te üretim ve mülkiyetteki dönüşümü öngören bu tasarının eşlik ettiği hamle elbette ekonomik gücü ve siyasi temsiliyeti elinde bulunduranlar için kabul edilemez bir tablodur.

Tasarı TBMM’de görüşülürken, aleyhte konuşanların Cumhuriyet’ten ne murad ettikleri açık seçik ortadadır: “Türkler Mal mülk sahibi olmakta hudutlu değillerdir. İstediği kadar mal sahibi olur. Türkiye hürriyet esasını kabul eden, sosyalist olmayan bir rejim sahibidir. Türkiye’nin devletçiliği milletin teşebbüsü şahsisi yetmiyecek işleri yapmak maksadına matuf (amacına yönelik) bir devletçiliktir. (…) Memlekette mal hürriyetinin takyit edilmesi (sınırlandırılması) lazımdır, devletin bunları takyit etmesi gerekir diye, bizde böyle bir sistem yoktur. (…) Anayasanın hükmü açıktır. Yani, Türkler, Türk cemiyeti mülkiyetçi ve hürriyetçi bir cemiyettir. Zaten bir cemiyetin sosyalistlik esasından ayrılmasını ilmen (bilimsel olarak) tarif ederken iki nokta gözönüne getirilir. Bunlardan birisi mülkiyet, ikincisi de hürriyettir. Bir vatandaş dilediği kadar mülk sahibi olabilir, servet sahibi olabilir. Bunun hududu yoktur. Evvela hukuki cepheden, çiftçi diye bir sınıf vücuda getiriyoruz. Böyle bir sınıf vücuda getirilmesi bizim hukuki bünyemize uygun mudur? (…) Memlekette bir sınıf şuurunun teessüsü (bilincinin oluşması) memleketin muhtaç olduğu umumi muvazeneyi (dengeyi), yani siyasi muvazeneyi yarın ihlal edebilir.”  (Feridun Fikri Düşünsel, Bingöl Milletvekili)

“Artık kiralamamak, toprakta bu suretle iştirak kabul etmemek şeklinde ziraat amelesini tamamen ortadan kaldırmak, toprağı bizzat işletmek esasları, toprağı kökünden kamulaştırmak gibi Sovyet toprak rejimini vasıflandıran farikalardır (belirgin özelliklerdir). Bu tamamen oradan alınmıştır.” (Adnan Menderes, Aydın Milletvekili)

“Biz tasarrufta tahdidi (kullanımda sınırı) kabul edecek olursak, bu tahdidi bütün servet tecellilerinde (servetin ve onun her kullanım yerinde) de kabul etmek lazımdır. O zaman bunun ismine demokrasi demezler. Siz bilirsiniz başka bir şey derler.” (Atıf Bayındır, İstanbul Milletvekili)

Görüşmelerdeki bu yaklaşım, Kurtuluş Savaşı’ndan hesap sormaya varan tutuma kadar gidecek, çoğunluğun “çekimser” kalmasıyla yasa tasarısı tamamen değiştirilerek “Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu” adıyla ekonomik gücü ve siyasi temsiliyeti elinde bulunduranların öngördüğü biçimde bambaşka bir içeriğe bürünecektir. Bu haliyle 11 Haziran 1945 tarihinde kabul edilir.

Diğer yandan, aynı cephe tarafından 1942’de Köy Enstitülerine dönük olarak başlatılan yıpratma kampanyası, 1945 ve 1946’da emperyalizmin anti-komünizm siyasetinden de güç alarak daha büyük saldırılarla sürer.

7 Ocak 1946’da Menderes, Köprülü, Koraltan ve Bayar tarafından kurulan Demokrat Parti’nin seçim kampanyalarındaki hedef Köy Enstitüleri’dir. Enstitüler, ahlaksızlık, komünistlik yuvası propagandasıyla saldırıya uğrarken CHP’den ses çıkmaz.

1946 yılında, Nihal Atsız’ın örgütlediği ve DP İstanbul İl Başkanı Kenan Öner tarafından hukuki alanda, komünistleri, Köy Enstitülerini, köy çocuğu ve Enstitü çıkışlı köy öğretmenlerini koruduğu gerekçesiyle sürdürülen saldırılar karşısında CHP tarafından da yalnız bırakılan Hasan Ali Yücel, Milli Eğitim Bakanlığı’ndan istifa eder.

Yerine, İsmail Hakkı Tonguç’a “Senin de çocuklarının da belini kıracağım.” diye bağırabilecek kadar aydınlanma düşmanı Reşat Şemsettin Sirer getirilir. Aynı yıl İsmail Hakkı Tonguç görevden alınır ve Talim Terbiye Kurulu üyeliğine getirilir.

1937 ve 1939 yıllarında Saffet Arıkan‘ın, ardından Hasan Ali Yücel’in Milli Eğitim Bakanlığı ve İsmail Hakkı Tonguç‘un ilköğretim Müdürlüğü ile 1940 ve 1942 yıllarında serpilip büyüyen ve ete kemiğe bürünen Köy Enstitüleri fiilen bitmiştir artık. Gerici Sirer’in “(…) bu sistem 1946-47 ders yılı başından itibaren terk olunmuştur.” sözleri ise bu fiili durumu resmiyete döken ifadedir. 1954 yılında aynı şahıs tarafından kapatılır.

Mülkiyet sorunu, üretim süreci ve aydınlanma hamlesinin bir bütün olduğu, ancak, kapitalizm koşullarında kaçınılmaz olarak sınırları olduğu Köy Enstitüleri ve Cumhuriyet’in toprak reformu girişiminin hüsranla sonuçlanmasında açıkça görülmektedir.

1923 Cumhuriyeti, karşı devrim sürecine 1945 ile birlikte girmiştir. Sermaye düzeninin egemenliği, gericileşmeyi hızlandırmış, sömürüyü büyütmüştür. Gericilik, hızla emekçi kitleleri teslim alan bir aygıt haline gelmiştir.

Türkiye örneğinde 1950’lerle birlikte, gericilikle kuşatılmış ve üretemeyen, topraksız, ortakçı, yarıcı, maraba köylü, kentlere göç ederken, sermayenin ucuz ve niteliksiz işgücü haline gelmiştir.

O gün ekonomik gücü ve siyasi temsiliyeti ellerinde bulunduranlar, bugün yaşadığımız Türkiye’nin de egemenleridir. Ekonomik gücü ellerinde tutarken, yine ve hala siyasi alanı, toplumsal yaşamı belirlemeye devam ediyorlar.

Dolayısıyla, söz konusu Köy Enstitüleri olduğunda, geçmişin beş yıllık dönemine içlenerek ağıt yakmaktansa, aslında o gün kaçınılmaz olarak başlayan karşı devrim sürecini görmek, bu süreçten çıkışın ise ancak ve ancak kapitalizmin mülkiyet, üretim ve kültürel bağlarından kurtulmakla, sınıfsal bir kurtuluşla mümkün olacağını bilmek gerekir.

Bunu belki de en yalın haliyle o yıllarda İsmail Hakkı Tonguç söylemiştir: “Demokrasinin iki çeşidi vardır. Biri zor ve gerçek olan, öbürü de kolayı, oyun olanı. Topraksızı topraklandırmadan, işçinin durumunu sağlama bağlamadan, halkı esaslı bir eğitimden geçirmeden olmaz birincisi, köklü değişiklik ister. Bu zor ama gerçek demokrasidir. İkincisi kâğıt ve sandık demokrasisidir. Okuma yazma bilsin bilmesin; toprağı, işi olsun olmasın, demagojiyle serseme çevrilen halk, bir sandığa elindeki kağıdı atar. Böylece kendi kendini yönetmiş sayılır. Bu oyundur, kolaydır. Amerika bu demokrasiyi yayıyor işte. Biz de demokrasinin kolayını seçtik. Çok şeyler göreceğiz daha…” Seçkin Özsoy, Türkiye’den Bir Eğitim Ütopyacısı: İsmail Hakkı Tonguç (1893-1960)