Neşe Deniz Babacan
Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) 3. Büyük Olağan Kongresi geçtiğimiz hafta sonu tamamlandı.
Kongre’nin siyasi yönünden ziyade, tutuklu Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ yerine kimlerin eş başkan olacağı ön plana çıkarken HDP projesinde artık sona gelindiğini farklı bir pencereden ele almak gerekiyor.
Kürt siyasi hareketinin bugün Türkiye’deki yasal örgütlenmesi olan HDP’nin kuruluş tarihi 2012 yılına kadar gitse de, politik olarak siyaset sahnesinde yer almaya başlaması için 2013 ve hatta 2014 tarihlerini beklemesi gerekti.
Dönemin Barış ve Demokrasi Partisi’nin (BDP) 2014 yerel seçimleri sonrasında geri çekilmesi ile birlikte 2014 yılı Haziran ayında yapılan HDP Kongresi’nde Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ HDP Eş Genel Başkanlığı görevine gelmişti. Daha öncesinde Kürt siyasi hareketi tarafından lanse edilen Halkların Demokratik Kongresi adlı çatı örgütünün taşıyıcı kolonu olarak ortaya konulan HDP’nin 2014 yılındaki Cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki ilk hamlesi de Demirtaş’ın aday gösterilmesi oldu. Demirtaş bu seçimlerde yüzde 9,76 oranında oy alarak HDP’yi Türkiye siyasetinde kritik bir eşiğe taşıdı ve bir yıl sonra yapılan iki genel seçimde de HDP yüzde onluk seçim barajını geçerek Meclis’e girdi.
Bu kısa hatırlatmadan sonra tartışmanın esas arka planına değinmek gerekiyor. Ancak arka plana geçmeden önce HDP’nin şekillenmesine giden yoldaki bazı kritik noktaları ifade etmek istiyoruz. Özellikle Selahattin Demirtaş’ın başkanlığı nezdinde şekillenen HDP’nin misyonunu anlamak için biraz daha geriye gitmekte fayda bulunuyor.
2010’da boykottan, Gezi’ye ve oradan İmralı görüşmelerine…
Geçtiğimiz hafta içerisinde Selahattin Demirtaş’ın mahkemede verdiği ifadede çarpıcı başlıklar gündeme geldi. Abdullah Öcalan ile ters düştüğü izlenimini yaratan Demirtaş, 2010 yılındaki referandum için Öcalan’ın kendilerine “Evet” oyu verilmesini ilettiğini, ancak kendilerinin boykotta karar kıldığını ifade etti. Öcalan’ın devletle müzakereye oturabilmek için bu tercihi gündeme getirdiğini söyleyen Demirtaş’ın çelişkisini ise bu yaşananların devamındaki yıllarda müzakere/çözüm sürecinin bir parçası olması oluşturuyor.
Aynı zamanda 2010 referandumunda öne çıkan birkaç olgudan bir tanesi de “boykot” tavrının AKP’ye hizmet etmesi yani “gizli Evet” oyu anlamına gelmesiydi. Türkiye solunun önemli öznelerinin “Hayır” bloğu kurduğu, “yetmez ama evet” diyen liberallerin AKP’ye yedeklendiği bu süreçte, Kürt siyasi hareketinin tavrı açık bir şekilde AKP’nin işine yaramıştı. Oysa ki, Kürt hareketinin “Hayır” cephesinde yer alması sonuçlar üzerinde önemli bir etki yaratabilirdi. O zaman BDP Başkanı olan Demirtaş boykot tavrını şu şekilde ifade etmişti:
“Kimse korkmasın, 12 Eylül sabahı sandıktan ‘evet’ de çıksa ‘hayır’ da çıksa ezilenleri korumak için boykotçular olacaktır. 12 Eylülde gelecek anayasaya karşı Türkiye Cumhuriyeti’nin teminatı olarak boykot cephesi dimdik duracaktır. Savaşlara, ölümlere, statükocu hırsızlara, evetçilere, hayırcılara ‘dur’ diyoruz.” (4 Eylül 2010)
2012 yılı sonlarında AKP ile başta Abdullah Öcalan olmak üzere PKK liderliğinin de içinde olduğu “çözüm süreci” ete kemiğe bürünürken, Kürt hareketinin legal kanadı da dönemin ruhuna uygun pozisyon alıyordu. 27 Ekim 2013 yılında tam anlamıyla çözüm sürecinin partisi formunu kazanan HDP’ye gelinmeden önce, MİT ile Öcalan arasındaki görüşmeler başlamış, 2013 yılı Newroz’unda Öcalan’ın ateşkes ve PKK’ye geri çekilme çağrısı okunmuş, devamında ise PKK geri çekileceğini ifade etmişti.
Tüm bunlar yaşanırken patlayan Haziran direnişi, AKP’ye karşı ilerici kesimlerin yarattığı bir dalga olarak AKP’yi büyük bir zorluğa sokarken, Kürt siyasi hareketi Gezi’nin arkasında “darbeci güçler”in olma ihtimalinden söz etmişti. Bilindiği üzere bu tez ilerleyen zamanlarda AKP iktidarının yaklaşımı olarak da ortaya çıkmıştı. Demirtaş bu konu ile ilgili de şu şekilde konuşmuştu:
“Gezi Parkı’nda ortaya konan demokratik talepler BDP’nin sahiplenebileceği, arkasında durabileceği demokratik taleplerdir. Bu yönüyle biz gezi direnişinin yanında olduk. Parlamentoda da bunu savunduk. Hatta bu talepler çözüm sürecinden de kopuk değildir. Biz de benzer şeyleri istiyoruz. Fakat şöylesine bir hareket içerisine de girildi. ‘Bu şekilde hükümeti devirecek, darbeye doğru götürecek bir halk hareketini çıkarabilir miyiz? Ya da bu halk hareketini darbeye kanalize edebilir miyiz?’ Böyle bir arayış vardı. Bunu, biz hem sokaktaki gözlemlerimizle hem de arkadaşlarımızın tespitleriyle rahatlıkla ifade edebiliyoruz. Bu bir spekülasyon değil. Biz bu kısmına şiddetle karşı çıktık. Bu yüzden de bir mesafe koyduk. Buradan bir darbe çıkarmak isteyenlerle birlikte olmayız biz.”
2013 yılında HDP bir misyon partisi vasfını kazanırken liberaller ile mesafesi tamamen kapanmış, hatta HDP liberallerin borusunu rahatlıkla öttürdüğü bir oluşum haline gelmişti. Öcalan ile devlet arasında yürütülen görüşmeler için HDP tarafından heyet oluşturulmuş, farklı zamanlarda Sırrı Süreyya Önder, Pervin Buldan, İdris Balüken ve Selahattin Demirtaş bu heyette yer almışlardı. Çözüm sürecinin yükselişte olduğu zamanlarda Kürt hareketi ile devlet arasında tam boy uyum sağlanamasa da, Kürt siyasetinin tüm unsurları bu yönde inisiyatif aldılar ve devamı çok kanlı olaylarla bezenecek olan “çözüm süreci”nin parçası oldular.
Bu durumun iç siyasetteki yansıması ise HDP’nin “Türkiyelileşme” açılımını gündeme getirmesi olarak ortaya çıktı. İlk bakışta oldukça cezbedici görünen bu açılım HDP’yi 2015 seçimlerine taşırken, HDP’nin barajı geçtiği zaman AKP’nin iktidardan düşeceği algısı da bununla birlikte egemen oldu. Ancak radikal demokrat örtüsü altında HDP’nin aslında sömürü düzeninin köklerine ve nedenlerine dair bir kavgası olmadığı açıktı. Avrupa Birlikçilik ve demokrasi mücadelesini merkeze koyan HDP, 2015 seçim bildirgesinde “Demokratik Özerklik” projesini yazıyordu. Tüm söylemlerini emperyalist-kapitalist sistemle büyük bir kavga yerine, sisteme dönük itirazlar ve düzeltmeler çerçevesinde ele alan HDP çizgisi son tahlilde bunların hepsinin önüne Kürt sorununun çözümünü koyuyor ve bunların hepsine Türkiyelileşme adı verebiliyordu.
Özellikle 2015 seçimlerinde Türkiye solundan da açık ya da örtülü destek alan HDP çizgisi seçimlerin sonrasında, PKK’nin özyönetim hamlesi ve hendek siyasetini devreye sokması ile birlikte artık misyonunun sonuna geldiğinin sinyallerini zaten vermeye başlamıştı.
Bu noktada, şu ana kadar yazdığımız olayların arka planında ya da paralelinde gelişen olguları ele almak isabet olacaktır.
Demokratik Cumhuriyet’ten, Demokratik Konfederalizme ve Demokratik Özerkliğe
1999’dan tahminen 2004’lü yıllara kadar Abdullah Öcalan tarafından ortaya atılan Demokratik Cumhuriyet tezi çerçevesinde açılım yapan Kürt siyasi hareketi PKK’nin tasfiyesinden, devlet ile farklı düzlemlerde masaya oturmaya kadar farklı seçenekleri ele almıştır. Doğal olarak Öcalan’ın önderlik kültü, gerilla önderliği ve Avrupa’daki kanat tarafından belirlenen Türkiye’deki yasal kanat politik pozisyonunu buna göre belirlemiştir.
Demokratik Cumhuriyet yaklaşımı ile birlikte Kürt emekçilerinin Türkiye’deki kapitalist rejime eklemlenmesi yolunda ilk adımlar atılmış, biçimsel ve söylemsel radikalizm sürecin “düzen karşıtı” yönü olarak lanse edilmişti.
Bu sürecin devamındaki yıllarda, Irak’taki işbirlikçi Kürt siyasetlerinin ABD işgalinden istifade ederek özerk bir yapılanmaya gitmesi sonrasında, Türkiye’deki Kürt hareketi de yönünü Demokratik Konfederalizm adı verilen bir başlığa çevirdi. Konfederalizmden kasıt ise Irak’taki Kürt oluşumu ile Türkiye’deki Kürt emekçilerinin eklemlenmesiydi. Bir süre sonra Türkiye’deki sermaye sınıfı ile AKP iktidarının da projesinin bu olduğu açığa çıkarken, Kürt siyaseti ile Türkiye Cumhuriyeti devletinin yolları 2007 sonrasında daha da fazla çakışmaya başladı. “Müzakere ve çözüm süreci” adı verilen dönemin ilk tohumları atılıyordu.
Bu yaşananların sonrasında, 2011 yılında AKP iktidarının yüzde 50’ye yakın bir oy ile tekrar iktidara gelişi, bir önceki dönem yaşanan “Cumhuriyet Mitingleri”nin geri planda kalmasını sağlamıştı. 1923 Cumhuriyeti’nin korunması yönünde direnci temsil eden bu eylemlere karşı AKP iktidarının yükselişi bir noktaya oturdu. AKP iktidarı, Kürt hareketi ile çözüm sürecini çok daha derinlemesine ele alırken, Kürt hareketi de bu sefer “Demokratik Özerklik” fazına geçtiğini duyurdu. İlk başta ezilen bir halkın kurtuluş projesi olarak gösterilen bu proje, AKP ve sermaye sınıfı aracılığıyla şekillenen İkinci Cumhuriyet projesine tam boy eklemlenme anlamına geldi.
Türkiyelileşme açılımı kapitalist sistemle daha fazla bütünleşme demekti
2010 yılında yapılan referandumda AKP karşıtı bir pozisyondan ziyade boykot tutumunu tercih eden, 2013 yılındaki Haziran direnişinin arkasında darbe olasılığı üzerinde duran, siyasal İslâm’ı toplumsallaşma projesinin parçası olarak gören, İkinci Cumhuriyet rejiminin kuruluş dinamikleri arasında yer alan ve Türkiye toplumuna “radikal demokrasi ve umut” odağı olarak gösterilen Kürt siyasi hareketinin Türkiye’deki son girişimi 2015 seçimlerinde barajın aşılarak AKP’nin geriletilmeye çalışmasına odaklanmıştı.
Bir önceki süreçte AKP iktidarı ile İkinci Cumhuriyet üzerinden pazarlığa oturan Kürt siyaseti ile devlet arasındaki temel anlaşmazlık Abdullah Öcal’ın serbest bırakılmasına karşı PKK’nin silah bırakması noktasında düğümlendi. Bu düğümlenmenin arka planında ise Suriye’deki gelişmelerin olduğunu ifade etmek gerekiyor. 2014 yılı sonrasında radikal İslamcı örgütler yerine PYD ve YPG ile organik ilişkiye giren ve işbirliği yapan ABD’nin Suriye’ye dönük attığı adımlar, Stratejik müttefik Türkiye ile yeni müttefiki Kürt siyasetini aynı çatı altında birleştirmeyi beceremedi. (Güncel olarak devam eden bu tartışmalı başlığın gelecek dönemde bir “Amerikan barışı” ile taçlandırılması ise seçenekler içerisinde hâlâ bulunmaktadır.)
Bu yaşananlar esnasında, çözüm sürecinin bir bileşeni olan HDP ve popüler eş başkanı Selahattin Demirtaş aracılığıyla lanse edilen Türkiyelileşme projesi toplumun farklı kesimlerinde belli oranlarda umut ve heyecan yaratmış olsa da, 2015 seçimlerinde barajın aşılmış olması Türkiye’nin daha fazla demokratikleştirilmesi mücadelesinde özel bir kazanım anlamına gelmedi. AKP iktidarının karşı hamleleri ile birlikte PKK’nin hendek savaşına odaklanması her iki tarafta milliyetçi eğilimlerin yükselişine yol açtı. HDP’nin ve Demirtaş’ın bu süreci taşıma şansı bulunmadığı ise açıktı. Çünkü HDP çözüm sürecinin bir enstrümanı olarak tasarlanmış, Kürt emekçilerinin sisteme eklemlenmesi ve Türkiye solunun düzene bağlanması gibi misyonları üstlenmişti.
Ek olarak, zaten yukarıda da bahsettiğimiz üzere Kürt hareketinin daha büyük otoritelerine bağımlı olan HDP’nin bağımsız bir karar alma şansı bulunmuyordu ve görüldüğü üzere öyle oldu.
Kürt hareketi ile sermaye düzeni arasında yürütülen pazarlıkların toplumsal ayağını oluşturmak, İkinci Cumhuriyet’in şekillenmesi ve Kürt emekçilerinin sermaye düzenine eklemlenmesi üzere vücuda gelen HDP projesinin günümüzde misyonu havada kaldı. Pazarlıklar bitince, HDP de kendi doğal sınırlarına yani geleneksel Kürt tabanına çekilmiş görünüyor. Son Kongre’de de görüldüğü üzere “Demokratik Cumhuriyet, Ortak Vatan” sloganını öne çıkaran HDP’nin önümüzdeki dönem aslında Kürt hareketinin liberalizasyon ve sağa kayışının kökeninde yer alan Demokratik Cumhuriyet tezine dönüş yaşaması şaşırtıcı olmamalı.
Zaten konfederalizm ve özerklik de gıdasını liberalizm, piyasacılık ve sermaye düzeninden alan birer çözüm olmaktan alıyordu. Demokratik Cumhuriyet de bunun atası bir düşünce sistemi olarak görülebilir. Bu noktada konfederalizm ve özerklik açılımlarının “Demokratik Cumhuriyet” tezinin dışında ve/veya ona rağmen ortaya atıldığını düşünmek de büyük bir hatadır. Genelde, Kürt siyasi hareketinin peşinden gitmek adına, Öcalan’ın “Demokratik Cumhuriyet” tezinin devletle anlaşmak için ortaya atıldığı, konfederalizm ve özerklik başlıklarının ise Kürt siyasi hareketinin devrimci olduğu iddia edilen kanadı tarafından buna bir düzeltme olarak ortaya konulduğu söylenmektedir. Türkiye solunun bu tür yaklaşımlara çok itibar etmemesi gerekmektedir. Zaten gelinen noktada HDP de “Demokratik Cumhuriyet” tezine dönmüştür.
Dolayısıyla bugün Türkiye’de liberallerin de temel partisi görünümüne kavuşan HDP açısından geçmiş dönem misyonu sona ermiş görünmektedir. 2010 referandumunda “Yetmez ama Evet”çilik yapan Sezai Temelli’nin eş başkan yapılması aracılığıyla yeniden sola açılma görüntüsü vermeye çalışacak olan HDP’nin genel liberal söylem ve Kürt ulusalcılığının dışına çıkması zor görünmektedir.