Özelleştirmeye doğru: Köpekbalığı şekerin kokusunu aldı
Benzetmelerin siyasette, kültürde ve hatta gündelik yaşantıda yeri büyük. Pek çok karmaşık olguyu daha geniş kesimlere anlatmak için bir benzerlik kurulması oldukça anlamlı. Örneğin emperyalizm gibi son derece karmaşık bir olgunun ahtapota benzetilerek açıklanması oldukça sadeleştirici. Dünyayı sarıp sarmalayan sermaye dolaşımının temsil edildiği bir imge olarak ahtapotun seçilmesi, kapitalizmin merkezi çıkış noktası olan Avrupa’nın modern... View Article
Benzetmelerin siyasette, kültürde ve hatta gündelik yaşantıda yeri büyük. Pek çok karmaşık olguyu daha geniş kesimlere anlatmak için bir benzerlik kurulması oldukça anlamlı. Örneğin emperyalizm gibi son derece karmaşık bir olgunun ahtapota benzetilerek açıklanması oldukça sadeleştirici. Dünyayı sarıp sarmalayan sermaye dolaşımının temsil edildiği bir imge olarak ahtapotun seçilmesi, kapitalizmin merkezi çıkış noktası olan Avrupa’nın modern çağ masallarıyla da uyumlu.
21.yüzyıla gelindiğinde emperyalizmin ahtapot gibi dünyayı sarıp sarmalamasına avını uzaktan hissetme yeteneğinden ötürü köpekbalığı benzetmesi de yapılabilir. Büyük bir avcı olan köpekbalığı denizde kan kokusunu uzaktan alarak ona göre yönlenir. Ancak köpekbalıkları aynı şekilde diğer kokuları da iyi ayırt ederler. Emperyalizm de benzer bir biçimde kârın nereden geleceğini uzaktan algılayarak hareket etmeye bayılır. Emperyalist sistem köpekbalıklarının duyularını kullanması gibi, kârın nereden geleceğini tekelleri aracılığıyla yapar.
İşte bu sefer de tekeller şekerin kokusunu aldı ve avına doğu yaklaştı. Özelleştirmeler yoluyla uluslararası tekellerin, yerli-yabancı sermayenin elde ettiği mevzilere bir yenisi de şeker fabrikaları üzerinden kazandırılıyor. 30 yıla yaklaşan özelleştirme sevdası halkasına bir yenisi ekleniyor.
Şeker fabrikalarının özelleştirilmesi kararı AKP’nin üstlendiği ciddi bir rol ile alakalı. 2002’den bu yana büyük bir özelleştirme dalgasıyla kamucu ekonominin parçaları yerli yabancı sermayenin talanına açılırken, bu sayede örgütsüz, kuralsız, her sektörde tekelci sermayenin hâkim olduğu bir toplum yaratılmış oldu. Böylece sermayenin bileşimi de değişirken, bağımlılık olgusu çok daha güçlü hissedilir hale gelmiş durumda.
Bu durum özelleştirmenin arka planını oluştururken, atılan adımın toplum nezdinde doğurduğu sonuçları AKP’nin göz ardı edemediği açık. Zorlu bir siyasal atmosfer öncesinde sermayenin temsilciliğini üstlenme gibi bir rolü üstlenen AKP’nin özelleştirme dalgasını emekçi halka kabul ettirebilmesi için “sosyal yanlarını da düşündük” söylemine başvurması boşa sayılmamalı.
Ancak işler eskisi kadar kolay değil. Emekçilerin örgütlülük düzeyi geçmişe oranla azalmış, siyasal olarak kuşatılma artmış da olsa “özelleştirmenin” yarattığı olumsuz sonuçlar bugün daha iyi biliniyor. SEK özelleştirmesinde işsizliğin, TEKEL özelleştirmesinde yağmanın, SEKA özelleştirmesinde “yandaş kayırmanın”, PETKİM ve TÜPRAŞ özelleştirmelerinde yerli-yabancı sermayeye kaynak aktarmanın yolunun yapıldığı görülmedi mi?
Görüldü ve unutulmadı. Özelleştirmenin büyük savunucularının 25 yıl önce iddia ettiği “iş, kaynakların etkin dağılımı ve refah” söylemlerinin tam tersi sonuçlar doğurduğu bugün çok daha iyi biliniyor. Bu nedenle şeker fabrikalarının özelleştirilmesi “40 kere düşünülerek” atılan bir adım oldu.
Bu adımı atarken iktidarın 40 dereden su getirdiği bilinmeli. Tıpkı diğer özelleştirme süreçlerinde olduğu gibi önce fabrikaların üretimi azaltıldı, sonra kaynak girişleri elinden alındı. Bunlara yasal düzenlemeler ve emperyalist tekellerin sektörde etkinliklerini arttırma hamleleri eşlik etti. Şekerin kokusunu alan Cargill, adım adım AKP’ye bu sürecin önünü açtırdı. Özelleştirme ile bu süreç tamamlanacak ve bir sektör daha “emperyalist tekellerin” hâkimiyetine teslim edilecek.
Bu duruma mahkûm muyuz?
Hayır, hiç değiliz. Geçmişin deneyimi elimizde bulunuyor. Telekom işçilerinin grevi, Tekel işçilerinin direnişi, Yatağan işçilerinin kararlılığı bizlerle. Her bir özelleştirme karşıtı mücadelenin sonuçları da… Bu mücadelelerin ortak noktası özelleştirme karşıtlığının salt bir işçi topluluğunu değil, aynı zamanda tüm toplumu ilgilendirdiği ölçüde yaygınlaştırdığını göstermesi olmuştu.
Bu durum bugün de yaratılabilir. Toplumun çıkarlarının nerede olduğunun bu denli yaygın olarak sorgulandığı, “ülkenin geleceği ne olacak?” sorusunun güçlü bir biçimde sorulduğu bir dönemde toplumun çıkarlarını temel alan bir bakış açısı bu ülkenin “yerlisini” oluşturduğu için bu imkan daha da artıyor.
Buradan başladığımızda elimizin hiç zayıf olmadığı görülecektir.