Prof. Dr. Bilsay Kuruç, ekonomide son yaşanan gelişmelerle birlikte patronlar ve emekçiler açısından oluşan tabloya ilişkin Gazete Manifesto’nun sorularını yanıtladı.
Yaşadığımız krizin bir sermaye rejimi krizi olduğunu belirten Kuruç, her ülkenin kendi krizlerinin kendine has birtakım özellikleri olduğunu söyledi. 2001’de ve bugünlerde yaşanan krizin geçmiş krizlerden farklı olduğunun altını çizen Kuruç, Türkiye’deki ana akım siyasi tablonun Türkiye’yi krizden kurtarmak yerine daha fazla borçlandırmaya yönelik hareket ettiğini belirtti.
(Röportajdaki McKinsey ile ilgili değerlendirmeler röportajın yapıldığı tarih itibariyle Erdoğan’ın henüz McKinsey ile yapılan anlaşmanın iptal olacağını söylememiş olmasından dolayı bu durum göz önüne alınarak değerlendirilmelidir.)
Gazete Manifesto: Döviz kurunda yaşanan hızlı artışla beraber “kriz değerlendirmeleri” arka arkaya gelmeye başladı. İktidar ise dövizdeki ani artışın bir “siyasi müdahale olarak değerlendirilmesi” gerektiğini düşünüyor. Döviz artışı ve kriz belirtisi sizce nasıl yorumlanmalı? Krizin kökeni nedir?
Bilsay Kuruç: Öncelikle bu konuda berraklaşmak lazım. Bu bir sermaye rejimi krizi, onu bir kere saptamak lazım. Bu çerçeveyi atlarsak hiçbir şeyi doğru bir şekilde açıklayamayız. Sermaye rejimi de gökten zembille inmez, zaman içinde oluşur. Türkiye’de de bunun çekirdeği vardı, 1980’den sonra bu çekirdek büyüdü, 1980-2000 arası bir geçiş dönemi oldu, 2000’den bu yana son 18 yıldır ise Türkiye tam anlamıyla sermaye rejimi olarak tanımlanabilecek bir çerçeve ve içerikte yaşıyor. Dolayısıyla bu krizi eski krizlerle benzeştirerek üzerine konuşmak bana göre doğru ve bilimsel olmaz. Bu krizi sermaye rejiminden de ayırarak da açıklayamayız, sermaye rejiminin krizi olarak görmemiz lazım.
Ama nasıl bir ekonomide? Dünya üzerinde çeşitli ekonomiler var. Hepsi kapitalist aşağı yukarı. Ne zamandan beri, 1990’dan beri artık hepsi kapitalist ekonomi. Fakat, hepsi kapitalist ama aralarında kendi maceraları bakımından farklılıklar var. Anna Karenina’nın başında Tolstoy şöyle der, bunu bazı iktisatçıların da kullandığını gördüm, “bütün mutlu aileler birbirine benzer, ama her mutsuz ailenin mutsuzluğu farklıdır”. Kapitalizmde de bütün mutsuz kapitalizmler arasında farklılıklar var. Bizim mutsuz kapitalizmimizin de ötekilerden farklılıkları var. Ama esasında 2000’den beri yaşadığımız şey bir sermaye rejimi, ama hangi ekonomide. Bu mutsuzluk farklılığı buradan gelecek.
Türkiye ekonomisi, dünya GSYH’sinin %1’ini üretiyor. Bu 30 yıl önce de %1’di. Birinci nokta bu. İkinci nokta, bir ekonominin büyümesi ve gelişmesi için bir motor var; biz ona imalat sanayi diyoruz. İmalat sanayi ekonominin motorudur. Sanayileşmeden bahsediyorsak, bunu ancak imalat sanayinin varlığıyla, payıyla açıklayabiliriz. Dünya imalat sanayisinde Türkiye imalat sanayinin payı %1’dir. Bu da son 30 yıldır böyle. Demek ki Türkiye’deki sermaye rejimi son 30 yıldır dünya ekonomisinde, dünya kapitalizminin gelişmesi içinde pay itibariyle yerinde sayıyor. Buna karşı yeni şeyler ürettiklerini söyleyebilirler, otomobil, buzdolabı gibi, ama tüm dünyada da binbir çeşit ürün üretiliyor ve buna rağmen pay hala aynı.
Demek ki bunu bütün ulusların, bütün halkların koştuğu bir yarış gibi düşünürsek, biz 30 yıldır aynı yerdeyiz. O halde Türk sermayesi son 20 yılda ne yaptı? Nereden ne aldı, nerede ne yaptı? Burada yaşadığımız krizin ve 2001 krizinin eski krizlerden farkını görüyoruz. Bu temel bir fark. Türkiye ekonomisi 1980’den önce de krizler yaşadı. Bunun esas nedeni, görünür nedeni kamunun açık vermesiydi. Kamu açık veriyordu çünkü, kamunun iki görevi vardı. Birincisi kamu yatırımcıydı, yatırım ajanları vardı, KİT’ler diyoruz biz ona, daha eskiden İktisadi Devlet Teşebbüsü denirdi, bunlar ekonomiden tarıma, sanayiden toplumsal hizmetlere kadar görevliydi. Yani ekonominin yatırımı bunlardan sorulurdu. Kamu yatırım yapar, işletir ve bunu izlerdi. Kamunun ikinci fonksiyonu, eğitim ve sağlıktan başlamak üzere harcama yapardı ve bunlar halk için parasızdı. Çünkü eğitime ve sağlığa yatırım yapmak insana yatırım yapmaktır. Bu döviz olarak geri dönmezdi ama insan olarak geri dönerdi.
Bize 1980’den itibaren dediler ki, kamu çekilsin. Kamu zararlıdır. Kamu, zararına işler. Çünkü kâr amacı gütmez, döviz getirmez. Dolayısıyla 1980 darbesinden itibaren kamuyu çektiler. Kimin rızasıyla çektiler? Yeni yeni büyümekte olan sermaye sınıfının desteğiyle çektiler. Bu, 2001 krizinde yerine oturdu. 2001 krizi geldiği zaman, adet olduğu üzere IMF geldi. Dönemin IMF Türkiye masası şefi Cottarelli bize şunu anlatmaya çalıştı: Bu modelinizde ısrar etmeyin. Dünyada yeni ufuklar açılacak. Amerika para basmaya başladı. Dünya likiditeye boğulacak. Onun için gelin bu modeli bırakın, bu modeli bırakmazsanız 1990’larda olduğu gibi hep yüksek enflasyon yaşarsınız. Çünkü kamu açık veriyor, açık verdiği zaman bu açığı kapatacak kaynağınız yok bu kadar gelir toplayamıyorsunuz, çünkü sermaye sınıfınız vergi vermek istemiyor. Onun için Cotterelli dedi ki size bir mesaj getiriyorum: bundan sonra dünyada para bolluğu olacak, dolar bolluğu olacak, bundan siz de yararlanın. Yalnız küçük ve önemli bir değişiklik yapacaksınız, kamu tamamen bitecek, bundan sonra özel sektör borçlanacak. Yani işin püf noktası şu; özel sektör açık verecek artık. Sermaye sınıfı açık verdikçe de biz onu kredilendireceğiz. Çünkü dünyada döviz kredisinin bol olduğu bir döneme giriyoruz. Ekonominize dolar girecek, dolar girdiği zaman sizin Türk Liranız değerlenmiş gibi olacak. Dolar ucuz olunca da dolar cinsinden kredi Türk parası cinsiyle krediden daha ucuz olacak. Bunun için siz doları kullanacaksınız, yani içeride üreticiniz Türk Lirası krediyle yaptığı üretimi şimdi daha ucuz olan dolar kredisiyle yabancı üreticiye yaptıracak. Siz onu ithal edeceksiniz. Şaka gibi söylüyorum ama işin özeti bu.
Dolayısıyla 2001 kriziyle böyle bir dönem yaşandı. 2001 krizi sermayenin bayramı oldu, çünkü sermaye krizlerle gelişir. Krizler sermayenin kendi dışındakileri ve kendi içindekileri tasfiye etmesini sağlar. Bir tür arınma ve güçlenmedir. Bu sermaye rejiminin kurulması ve iyice yerleşmesi için önemli bir aşamadır. Dolayısıyla 2001 krizinin bugünkü krizin öncülü olduğu sermaye rejiminin hakkıyla Türkiye’yi reel kapitalizmle tanıştırmak için açılan kapı oldu. Bu bakımdan 2001 krizi kapitalizme yaraşır bir krizdi.
Türkiye’ye o günden bu yana kayda geçmeyenler hariç 700 milyar dolar para girdi. 700 milyar dolar para bugünkü Türkiye GSYH’na denk bir paradır. Bu 700 milyar dolar paraya ne oldu, ne yapıldı? Görüyoruz ki, dünya üretimi içinde Türkiye’nin yerini değiştirecek bir para olmamış. İmalat sanayide de yerini değiştirecek bir para olmamış. Peki bununla ne oldu? Bununla yepyeni bir iktidar kuruldu. Yani sermaye kendi iktidarını buldu. Daha doğrusu şu, sermaye kendi iktidarını kendi siyasi sistemini buldu. Sadece iktidarı kastetmiyorum, siyaset topluluğunu buldu. Bütün partiler, ada parsel numarasıyla sağa kaydılar. 700 milyar dolar esas olarak bunu finanse etti, yani sermaye rejimini finanse etti. Dolayısıyla, sermaye rejimi kendi içinde aşamalar geçirdi. 2008’e kadar para yağdı Türkiye’ye. Büyüme hızlandı. Dolar kredisiyle ithalat artınca ona bağlı olarak üretim arttı ihracat arttı. Buna bağlı olarak artık ithalat yapmadan ne üretim yapılabiliyor ne de ihracat yapılabiliyor. İthalat için de ithalat kredisi lazım, ithal kredisi için de özel sektörün açık vermesi lazım. Sermaye rejiminin ilk aşaması böyle bir aşama.
2008’de büyük kapitalizmde büyük çöküş oldu. Tsunami dalgaları bize de geldi. 2009 büyüme meselesine gerileme, daralmadır. 2009’da sermaye rejimi önemli ölçüde kurulmuş olduğu için ve sermayenin siyaset topluluğu kurulmuş olduğu için, ne iktidar ne muhalefette “bu ekonomik model acaba doğru mu, bu ekonomik modelden çıkmak lazım değil mi?” gibi bir düşünce katiyen oluşmadı. Peki ne düşündüler? Ne yaparız da yeniden borçlanabiliriz? Hepsi bunu düşündü. Dolayısıyla 2009’da bu soruya yanıt olarak Fed, yani Amerikan Merkez Bankası, bunlar için hayırlı bir iş yaptı. Dedi ki ey çeşitli mutsuz aileler, size de faydam dokunacak. Ben dünya finans sermayesini kurtarmak için yeniden para basıyorum. Kapitalizm için zorunlu bir likidite dalgası dünyaya yayıldı ve bizimkiler 2009’da artık herkes borçlanabilir diye bir kararname çıkarttılar. Çünkü o tarihe kadar yalnızca döviz kredisi getirenler döviz ile borçlanabiliyordu. 2009’da özel sektörün bu nedenden dolayı borçlanamayan kısmının talebi üzerine bu engel kalktı, artık herkes yurtdışından borçlanabilir hale geldi, döviz getirsin getirmesin. Bunun önü açılınca, özel sektörün o tarihte (2009) 50 milyar dolar dış borcu varken bugün (2018) bu rakam 300 milyar dolara geldi ve bugünkü tablo ortaya çıktı. Yani tıpkı dünya finans sermayesinin beklediği gibi artık açık verme hakkı özel sektörün elindedir.
Bugün birçok meslektaşımızın yorumlarını okuyorum. Üzerinde durulmayan nokta bu. Türkiye ekonomisi eskisinden daha büyük açıklar vermeye devam ediyor ve bugünkü açıklığın büyüklüğü bilinmiyor, çünkü özel sektör borçlandı. Eskiden kamu açığı vardı ölçülebiliyordu. Biz bugün bunu bilemiyoruz. Esas nokta bu. Bu nedenle bugün ne olacağı, yani neye ne kadar zam gelecek gibi şeyler işin önemli kısmı değil. Bugünle meşgul olmak bizi geleceği düşünmekten yani içinde bulunduğumuz sınıfsal süreci değerlendirmekten uzak tutuyor. Biz bundan sonraki krizi düşünmeliyiz.
Şimdi işin şu tarafına gelelim, bu açığı kim öder? İçinde bulunduğumuz günlerde şu arzu ve söylem ön planda: acaba yeniden borçlanabilecek miyiz? Nasıl sağlayacağız bunu? Türkiye’nin siyaset topluluğunda bu var. Bugün iktidarı eleştirenlere bakıyorum, ana muhalefet başta olmak üzere diyor ki “bunlar yanlış yapıyorlar, borçlanamazlar”. Demek ki arzu yeniden borçlanmak, yani sermaye sınıfının yeniden borçlanması.
Biz de şu soruyu soralım, peki bu krizden doğan açığı kim öder? Eski Keynes çevresi iktisatçılardan Nicholas Kaldor’un kapitalizmle ilgili ilginç ve özlü bir saptaması var: “Kapitalizmde kapitalistler harcadıklarını kazanırlar, çalışanlar kazandıklarını harcarlar”. Bu söz kapitalizmin krizlerini anlamakta da, dolayısıyla bugünü anlamakta da bize yardımcı.
2009 sonrası Türkiye ekonomisine bakalım; şirketler borçlandı, kamu seçim zamanları borçlandı ve halk borçlanmaya başladı. Halka dediler ki, sen bugüne kadar ev, otomobil alabiliyor muydun? Hayır. Git bankaya uzun vadeli krediyle borçlan, taksit ile ödersin evin otomobilin olsun. Halk da Allah razı olsun Tayyip’ten kimse bugüne kadar bana borçlanma hakkı vermedi dedi. Aynı şekilde, çocuk okutmak bile borçla olmaya başladı. Dolayısıyla Kaldor’un sözünü şöyle geliştirelim: “Kapitalizmde kazananlar kazandıklarını harcarlar, üstüne borçlanır onu da harcarlar”. Bu 2000’li yılların Türkiye kapitalizminin özelliği. İnsanlarımız tüketici olmaya başladı. Şöyle diyebiliriz, yurttaş olmanın yolu yavaş yavaş kapanırken tüketici olmanın yolu açıldı. Kitle halinde tüketici olduk. Cumhuriyetin “10 yılda 15 milyon genç yarattık her yaştan”ın yerini bugün “10 yılda 80 milyon kitlesel tüketici yarattık her yaştan” aldı.
Bugün halkın tüketici olması, ekonomide tüketim harcamalarını yatırım harcamalarından daha önemli kılmaya başladı. Çünkü tüketiciler için bu ucube binalardan yapmak lazım, yollar yapmak lazım. Demek ki sanayi yerine yavaş yavaş inşaat yerleşti ve bu da ekonomide tüketim motorunun sürekli çalışmasını esas kıldı. Bu ekonomi uzun süredir tüketim motoru ile çalışıyor. Demek ki tüketim motoru zayıflarsa ekonomi duracak. Son 10 yılda bunun örnekleri var.
Ekonominin işleyiş mekanizmasını kabaca böyle açıklayabiliriz. Fakat kapitalist ekonomi kendi özellikleri gereği, dalgalı bir ekonomidir. Yükselir, tıkanır ve alçalıp krize girer. Bizde de öyle oldu. 2014’te durgunluk başladı, bunun işaretleri 2015-2016’da kuvvetlendi, 2017’den itibaren kapitalizm “çabalama kaptan ben gidemem” diyor. Bunun işaretleri dünya ile entegre olmuş bir kapitalist ekonomide, önce nereden entegre olduysa orada kendini gösterir. Türkiye için bu döviz kuru oldu. Açık veren bir ekonomide mutlaka ilk işaret döviz kuru üzerinden gelir. Orada da sistemin zayıflığı ortaya çıkar. Niye çıkar? Çünkü 2001 krizinden sonra, Cottarelli’nin “müjde”sini verdiği sistem ve Türkler inansın diye Kemal Derviş’i getirdiler. Kemal’in rolü sadece haberci olmaktan ibaret, yoksa bazı meslektaşlarımızın dediği gibi Kemal Derviş geldi yaptı değil. Bu sadece bir kişinin yapacağı bir iş değil, sınıfsal bir gelişme. Bu da şunu yansıtıyor, Türk sermayesi 1980’den itibaren, daha doğrusu 1979’un TÜSİAD bildirisinden itibaren dünya sermayesiyle bütünleşmek istediğidir. Bırakalım biz bu ulusal ekonomiyi, dünya sermayesiyle birleşelim tek yol budur diyor. Tek yol karşı devrim diyor yani. Dolayısıyla o tarihten başlayan dünya sermayesi ile bütünleşme arzusu var.
Cottarelli 1990’ların sonunda bu “müjde”yi verdikten sonra, siz dünya sermayesi ile bütünleşebileceksiniz merak etmeyin demiş oldu. Dolayısıyla bizi terfi ettirmiş oluyor. Önceden kriz olduğu zaman kamu kaynaklıydı ve IMF’ye gidiliyordu. Çünkü IMF bir ülkeye gittiği zaman karşısında Hazine’yi görmek ister. Özel şirketlere gitmez. Dünya sermayesi sizin gibi mutsuz aileleri çok sever, Türk sermayesi bu meseleye sahip çıktığı için biz IMF olarak sizi dünya finans sermayelerine emanet ediyoruz, bir daha IMF’ye gidiş yok. Artık Türkiye’nin muhatabı dünya finans sermaye piyasalarıdır. Onun için birçok meslektaşımızın “IMF’ye gidilecek mi gidilmeyecek mi” düşünceleri ile ilgili şu söylenebilir; IMF çok uzun süredir nadir vakalara giriyor, o da Yunanistan’da olduğu gibi işbirliği halinde giriyor. Zaten o kadar kaynağı da yok. O kadar kaynak toparlayamıyor çünkü IMF dünya likiditesinin çok büyüdüğü büyük bir ekonomik havza için organizasyon yani sendikasyon yapamaz. Dünya finans piyasaları o kadar büyüdü ki artık ülkelerle büyük bankalar muhatap olacaklar. Ama yeni aracılar lazım. Fitch, Standard and Poor ve McKinsey gibi birçok aracı danışman şirketler var.
McKinsey’in altında öküzün altında buzağı arar gibi CIA aramaya gerek yok. CIA ile zaten hepsi iç içedir. Dolayısıyla Türkiye gibi bir ülkeye mesaj aracı vasıtasıyla iletilir. Denir ki, döviz kuruna yeni bir ayar lazım. Ama döviz kuruna ayar yapmak için faizi yükselteceksin derler. Türkiye’de de Merkez Bankası uzun süredir zor durumdaydı iş yapamıyordu dışarıdan Goldman Sachs üyesi dedi ki Merkez Bankası gösterge faizinin 600 baz puanın üzerine çıkması lazım. İki gün sonra çıktı.
Türkiye’de 2009’a kadar paranın idaresinde en önemli yer Merkez Bankası idi. Ülkeye döviz girdiği için faizi rahatça idare edebiliyordu. Döviz geldikçe her şey ucuzluyor, enflasyon da düşüyordu. Ama 2009’dan sonra arızalar baş gösterince yani “dışarıdan para gelecek mi gelmeyecek mi” sorusu başlayınca anlaşıldı ki en zor durumdaki kuruluş modelin zayıf karnı Merkez Bankası oldu.
Merkez Bankası 2014-2015’ten beri zor durumda. Mesele başına kimin geçeceği meselesi değil. Merkez Bankası tek başına döviz getiremez. Özel sektörün borçlarını Merkez Bankası tek başına nasıl kapatsın? Türkiye ekonomisi cari açık değil de cari fazla verirse, o zaman rezerv biriktirir ve Merkez Bankası döviz kurunu idare edebilir. Cari fazla verebilmesi için en başta söylediğim, dünya ekonomisi içindeki payının büyümesi lazım. Bunun da yolu imalat motorunu çalıştırabilmekten geçiyor. Bunun da yolu Türkiye ekonomisine yepyeni bir yatırım ajanı bulabilmekten geçiyor. Sermaye sınıfı gösterdi ki, sermaye sınıfı böyle bir yatırım ajanı değildir. Biz bugün o nedenle krizdeyiz. Dolayısıyla dönüp sermaye sınıfına sormamız lazım; bu kadar borçlandın, karşılığında ne yaptın? Krizin merkezi sermaye sınıfı, çalışanların bu krizde hiçbir günahı yok çünkü tüketici oldular. Kriz geldiği zaman, dünya finans sermayesi önce çalışanların bir ek ödeme yapmasını ister. Bu ek ödeme paketi olmadan, ben seni yeniden finanse etmeye başlamam. Ek ödeme paketi nedir? Çalışanların kazandığını harcaması üstüne borçlanması ve onu da harcaması yetmeyecek, elindeki mevduatını sıfırlayacak. Bu mevduat ile geçimini sağlamaya çalışacak. Önce çocuğunu okulda tutmaya çalışacak, bunun için arabasını satacak, belki konutunu da satacak. Yetmezse kolundaki bileziklerini satacak. Önce menkulleri sonra gayrimenkulleri elden çıkartacak. Demek ki ekonomide sermaye lehine büyük bir kaynak hareketi olacak. Yani sermaye yeniden dışarıdan borçlanabilsin diye çalışanlar bir ek ödeme yapmak zorundalar. Açığı kapatmak için gönüllü olduklarını göstermek zorundalar.
Dolayısıyla siyasi iktidar şirketlere diyecek ki ben elimden geleni yapıyorum. Şirketler de borçlarının tamamını ödeyemediklerini söyleyecek. Bunun sonucunda siyasi iktidar şirket borçlarını hazine borcu haline getirecek. Demek ki bunu da yine çalışanlar uzun vadede ödeyecek. Dünya sermayesi bu paketi görmeden borç vermez. Bunun yanında finans sermayesi direkt olarak da müdahale etmek isteyebilir, McKinsey ile yapılan anlaşma bunun bir göstergesidir. Türkiye’deki yeni rejimle de eş zamanlı oldu.
Bundan sonrası için şu anda siyaset topluluğundan herhangi bir yeni düşünce proje görünmüyor. Öyle görünüyor ki bu siyaset topluluğu da ömrünü tamamlamış durumda. Çünkü hiçbir şey değişmezse ve finans sermayesi Türkiye’yi yeniden kredilendirmeye başlarsa yine benzeri bir krize gideceğiz. Bunun önemli bir nedeni sermaye borçlandıkça gelişir. Bugünkü konkordatolarda da gördüğümüz gibi sermayenin kendi içinde arınma olur, böylece tazelenir ve daha çok borçlanarak yeni bir krize doğru gider. Önce kısa bir büyüme dönemi olur, sonra rüzgar biter yelkenler söner ve daha büyük sermaye açıklarından ötürü yeni bir borçlanma ihtiyacı olur. Orada da dünya sermayesi Türkiye’nin yalnızca gelirine değil, servetine de el koymak ister.
G.M.: Yani günümüzdeki sermayenin ve bahsettiğiniz siyaset topluluğunun Türkiye’yi kurtarmak gibi bir derdi yok, Türkiye’yi yeniden borçlanacak hale getirmek derdi var.
B.K.: Evet esas nokta bu. Dolayısıyla zamlarla meşgul olmak, bu krizi eski krizlere benzetmek bizi doğru teşhis yapmaya götürmez. Hastalığa doğru teşhis koymak zorundayız. Eski ilaçları veremeyiz bu başka bir hastalık. Sorun yeni ve radikal bir biçimde çözülmeli. Mesele bu.
G.M.: Öyleyse son açıklanan Yeni Ekonomi Programı’ndan hiçbir fayda beklememek gerekir.
B.K.: Ortada program falan yok. Borçlanma meselesi hiç sorgulanmıyor. Niye borçlanıyoruz? YEP’te borçlanmayı bitirecek bir şey yok. Ancak daha fazla borçlanmayla ilerleyebiliriz düşüncesi hakim.
G.M.: Bugünkü durumda çalışanların günahının olmadığını ancak yine de yükün çalışanlara bineceğini söylediniz. Peki bugünkü bu durumda bu insanlar ne yapabilir, ne yapmalıdır?
B.K.: Şu anda bir şey yapamıyorlar. Görünürde sendikaları yok, siyasi partileri yok. Bir ülkenin, bir halkın asıl enerjisi siyasal enerjidir. Toplanabilen bir siyasal enerji yok ortada. Bugünkü siyaset topluluğundan böyle bir şey bekleyemeyiz. Bugünkü siyaset topluluğu günlük ve absürt şeylerle uğraşıyor. Bu şaşkınlığın ifadesi. Bunlar yeni bir arayışın bugünkü siyaset topluluğunda var olmadığının işaretleri.
Doğru soru sormak lazım. Niye bu kadar borçlandık ve karşılığında ne yaptık? Niye açık verdik? Kamu şirketlerinin gelir gider tabloları belli, şeffaf. Şirketlerin hepsi açık veriyor. Niye konkordato istiyorlar? Şimdi yeniden para istiyorlar. Bizim de bugüne kadar bu paraları ne yaptınız dememiz lazım. Bunu kamuya soruyorduk. Ama şirketlere soramıyoruz. Mesele bu. Meslektaşlarımızın bunu sorması lazım.
Özel sektörün doğası gereği herhangi bir toplumsal görevi olamaz. Özel sektörden Türkiye’de tam istihdama erişmek gibi bir hedef bekleyemeyiz. Doğası buna uygun değil. Veya GSYH’nin %40’ı kadar yatırım bekleyemeyiz. Havaalanındaki işçiler minibüs geç gelmesini protesto amacıyla ıslık çaldıkları için tutuklanıyor mesela. Bundan ala kapitalizm olur mu? Kapitalistleşme böyle oluyor. Halk bunu sorgulayabiliyor mu? Hayır. O nedenle de kapitalizmin daniskasını yaşıyoruz.
G.M.: Çok teşekkür ederiz röportaj için…
Bu haber en son değiştirildi 10 Ekim 2018 09:55 09:55
ABD'de Biden'ın Ukrayna'ya uzun menzilli ATACMS füzelerini kullanma iznini vermesi sonrasında Cumhuriyetçilerden sert tepki geldi.…
15 Temmuz Darbe Girişimi’nin ardından Kızılay’a satışı gerçekleştirilen ve değeri yaklaşık 100 Milyon TL olan…
Eski Almanya Başbakanı Angela Merkel, yeni kitabında Donald Trump’ın baş başa görüşmede Trump’ın kendisine Doğu…
İstifa çağrılarına yanıt veren Sağlık Bakanı Memişoğlu, "Bebeklerimizin ölümüne engel olan bir kişiye niye istifa…
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, yasadışı bahis suçlamasıyla tutuklu olan 5 sosyal medya fenomeni hakkında 1 yıldan…
Sinan Ateş Davası’nda abla Selma Ateş'e yönelik saldırıyı azmettiren Servet Bozkurt'un, Ankara’da iki cinayet işlediği…