16 Nisan 2017 tarihinde yapılan referandum sonrasında 24 Haziran 2018 seçimleri ile birlikte uygulamaya konulan Başkanlık rejimi, ülkemizde Cumhuriyet ve rejim tartışmalarını da beraberinde getirdi. Yeni rejim ile birlikte Türkiye kapitalizmi daha piyasacı, gerici ve işbirlikçi sulara doğru yelken açacak.
Tartışmanın adını doğru koymak adına, öncelikle Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş dinamiklerini ve Osmanlı İmparatorluğu’ndan kopuş noktalarını ifade etmek yararlı olacaktır.
19. yüzyılda ve 20. yüzyılın hemen başlarında sömürgeci imparatorlukların son büyük örneklerinden biri olan Osmanlı İmparatorluğu, şaşalı feodal geçmişinin tüm izleri ile birlikte kapitalistleşme ve emperyalist aşamaya geçme konusunda oldukça geri vaziyette kalıyordu. Bunun Osmanlı’nın çöküşü ve bitme noktasına gelmesi, aynı zamanda diğer emperyalist ülkeler tarafından ekonomik ve siyasi olarak sömürge derekesine indirgenmesi ile sonuçlandığı da en temel tarihsel verilerden biri olarak karşımıza çıkmıştır.
Dağılan Osmanlı’nın durumuna verilen ilk yanıtlar burjuva ve liberal zihniyete sahip olsalar da, imparatorluğun kurtarılması adına olmuş, Yeni Osmanlılar ve devamında Jön Türkler’in bir kısmının arayışı bu yöne meyletmiştir. Son tahlilde Jön Türkler içinden çıkan İttihat ve Terakki Partisi ve sonrasında gelenler Türkiye’nin burjuva devrimci kanadını oluştururken, Birinci Dünya Savaşı’nın içinde çöken, çürümüş Osmanlı İmparatorluğu’nun alternatifi olarak ortaya çıkan Türkiye Cumhuriyeti’nin temelleri kapitalizmin kurallarına göre atılmış, Kurtuluş Savaşı’nın içerisinde doğan yeni ülke geç kalmış (ya da geriden gelen) bir burjuva devrimine yataklık etmiştir.
Burada birkaç noktanın altını çizmek gerekiyor: Birincisi, 19. yüzyılda Osmanlı monarşisine verilen tepkilerin ya da karşı çıkışın feyz aldığı önemli kaynaklar, Avrupa’daki aydınlanma hareketi ile başta Fransa olmak üzere burjuva devrimleridir. Ancak bu öykünme durumu ağırlıklı olarak felsefi ya da kısmen ideolojik ya da siyasidir. Ekonomi politik anlamda ya da sınıflar mücadelesinin toplumsal alandaki uygulaması ya da örgüt pratiği anlamında altı boş olan Türk burjuva liberalizmi zaten zirve noktasına 1923 yılında savaş koşulları içerisinde ulaşabilmiştir. İkinci olarak, 1923 Cumhuriyeti’nin kuruluşuna yataklık eden en önemli tarihsel olayın 1917 yılında Ekim Devrimi olduğunu ifade etmek önem taşımaktadır. Rus Çarlığı’ndan kopuşu, kapitalizme karşıtlığı ve emperyalizmin yayılmacılığına karşı güçlü bir kutup oluşturması anlamında sosyalizm deneyi 20. yüzyılın birinci çeyreğinde ortaya çıkmış önemli bir tarihsel olaydır. Üçüncüsü, Türkiye’deki burjuva devrimcisi hareket olan Kemalizm, imparatorluktan kopuş ve emperyalizmin saldırganlığına ve parçalama siyasetine direnç anlamında Sovyet Rusya ile objektif (kimi noktalarda ise sübjektif) ortaklık içerisinde olmuştur.
Buradan hareketle az gelişmiş kapitalist bir ülke olarak ayakları üzerine doğrulmaya çalışan 1923 Cumhuriyeti üretim biçimi, yönetim biçimi ve toplumsal hayat anlamında önceki düzenden bir kopuş anlamına gelmiştir. Tarihsel anlamda ilerleme sayılabilecek boyutu oluşturan parametreler bunlar olmakla birlikte, kapitalist Türkiye’nin içinde adım adım olgunlaşan işbirlikçilik, gericilik ve karşı devrim hattı, Türkiye Cumhuriyeti’ni 21. yüzyıla rejim değişikliği ile taşımıştır. Cumhuriyet yönetimi baki kalmakla birlikte, kağıt üzerinde kalması bu rejim değişikliğinin temel karakteri olarak görülmelidir.
Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti tarihini dönemlerle ifade etmek bağlamında 1923’le birlikte başlayan dönemi Birinci Cumhuriyet dönemi; sermaye sınıfı, devlet ve AKP iktidarı üçgeninde Başkanlığa geçişle karakterize olan dönemine de İkinci Cumhuriyet adını vermek yerinde olacaktır.
2002 yılında iktidara gelen AKP’nin İkinci Cumhuriyet’in şekillenmesi ve ayakları üzerine doğrulması amacıyla gerek emperyalizm gerekse Türkiye sermaye sınıfı tarafından desteklendiği açıktır. Ancak bu söylenilenden her iki öznenin kayıtsız şartsız AKP’ye yatırım yaptığı ve her koşulda sonuna kadar arkasında durduğu (ya da duracağı) sonucu çıkması gerekmiyor. Bununla birlikte AKP iktidarının kapitalist-emperyalist sistemin gerçeklerinden kaçtığı, bunlara rağmen ayakta kalmaya çalıştığı ve aslında bir “anomali” olarak görülmesi gerektiği bakışı da bir kenara bırakılmalı.
Esas mesele 12 Eylül sonrasında, Sovyetler Birliği’nin de dağılması ile birlikte, rejim arayışına giren Türkiye kapitalizminin objektif sınırlarına ulaşması, buna sübjektif müdahale kanallarının sermaye devleti ve AKP tarafından açılmasıdır. Bu süre zarfında elbette devlet içerisinde de dönüşümler yaşanmış, bahsedilen müdahaleler politik alanda FETÖ ve liberallerin destekçiliğinde, yaptıkları ya da destekledikleri operasyonlarla hayata geçirilmiştir. Hatırlanacağı üzere “İkinci Cumhuriyet”çilik liberallerin 90’lı yıllarda Kemalizme ve Birinci Cumhuriyet’e karşı ortaya attıkları politik-ideolojik yönelimin adıydı. Birinci Cumhuriyet döneminin kapanışını sembolize eden Başkanlık rejiminin kurulması ve kurumsallaşması sırasında FETÖ ile liberallerin kutlama alanında olmayışları ise kapsamlı bir analizin ve başka bir yazının konusu. Ancak, bu iki kesim asla Türkiye kapitalizmine, emperyalizme ve İkinci Cumhuriyet’e yabancı ve uzak değiller. O yüzden sistemden kopmuş gibi görünseler de bu duruma aldanmamak gerekiyor. Zamanı geldiğinde hepsi yeni rejimin birer parçası olacaktır.
Esas konumuza dönersek şu başlıkları ifade etmek gerekmektedir:
1923 Cumhuriyeti geride kalırken, Türkiye toplumunun karşısına öncelikle Kemalizmin sermaye devleti ve iktidar katından düşüşü çıkmıştır. Bu dönemin icracı unsurunun gericilik ve siyasal İslam olması şaşırtıcı bir durum değildir. Altı boşaltılmaya meyilli bir kavram olan laiklik, Türkiye’de devletin temel paradigmalarından biri olmaktan çıkmıştır. Kemalizmin tasfiyesi ve laikliğin gündemden düşmesi Birinci Cumhuriyet’ten ikincisine geçişte önemli birer kopuş noktasıdır.
İki noktada ise süreklilik devam etmekte olup sistemin ihtiyaçlarını da, rejimin karakterini belirleyenler esas olarak bunlardır. Türkiye’deki sermaye iktidarı (ya da diktatörlüğü) 1923 yılında nüve halinde ve “millî burjuvazi yaratmak” gibi hedefe sahipti. Bugün ise ülkemizde oturmuş bir sermaye iktidarı, büyük burjuvazi ve burjuvazinin diğer kesimleri ile bunlara bağımlı olan küçük burjuvazi ya da ara sınıfsal katmanlar bulunmaktadır. Ülkemizdeki rejim değişikliği esnasında Türkiye’deki sermaye iktidarının sürekliliği korunmuştur.
İkinci olarak emperyalizmle ilişkiler sürekliğin devam ettiği bir diğer alandır. Emperyalizme rağmen ve sosyalizme yaslanarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin 20. yüzyıl boyunca genelde emperyalist kampın çıkarlarına hizmet eden bir pozisyonda olduğu açıktır. “İyi ihtimalle” sosyalizm ile emperyalizm arasında dans eden Türkiye kapitalizmi, 12 Eylül ile birlikte neo-liberal politikalara geçerken, emperyalizme olan bağımlılığı artmaktaydı. Bugünse emperyalizmin dünya sistemi içerisinde bir yerlere oturmaya çalışan Türkiye, yeni rejim ile birlikte burada tutunma potansiyelini arttırmaya çalışırken, bu durum aslında sisteme eklemlenmenin yolu olmaktadır.
Dolayısıyla son olarak ifade edilmesi gerekenler şöyledir:
1-) Türkiye’nin tarihsel anlamda kuruluşunu sağlayan burjuva devriminin ilericilik gücü, kendisinden önceki burjuva devrimlerinin kendisine devrettiklerinden fazla değildir, zaten olamazdı. 20. yüzyılın geç kalmış, büyük bir kitle hareketine dayanmayan, burjuva sınıfını temsil eden asker ve bürokratların öncülük ettiği ve savaş koşullarında oluşan Türkiye’deki burjuva devrim sürecinin kuruluş felsefesi, ideolojisi ve siyaseti bugün artık iktidarda değildir. Bunun ortaya çıkardığı sermaye sınıfı ve kapitalist düzen, kendi kurdukları Cumhuriyet’i adım adım çürütmüştür.
2-) Sermaye sınıfının iktidarı ve emperyalizme olan bağımlılık devam etmektedir. O yüzden iki rejim arasındaki önemli süreklilik noktaları mutlaka ortaya konulmalıdır. Emperyalizme eklemlenme ve hizmet üzerinden kendini var etmeye çalışan Türkiye kapitalizmi sona ermemiş, Türkiye’nin yönetim biçiminin içeriği ve şekillenmesi farklılaşmıştır.
3-) Bu yeni rejimin en önemli özelliklerinden bir tanesi merkezileşmedir. Bahsedilen konu sermayenin merkezileşmesi, farklı alanlarda tekelleşme eğiliminin güçlenmesi, sadece kapitalizmin krizlerine daha dayanıklı olmak adına değil işçi sınıfının olası ayaklanması ve iktidara yönelmesine karşı Başkanlık rejimi sermaye sınıfına ve devlete büyük olanaklar sağlamaktadır.
4-) Tüm bunları siyasal İslamcı bir iktidar hayata geçirmiş ve laiklik adım adım tasfiye edilmiştir.
Türkiye tarihine bakarken Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişte sınıf mücadelelerinden ziyade “yönetici elit”e ve “tepeden inmeciliğe” takan liberaller ve İslamcılar açısından temel doğru, 1923 Cumhuriyeti’nin açılmış bir parantez olduğuydu. Şimdi bu parantezin kapandığı ve artık “demokratik bir cumhuriyet” kurulabileceğini her ikisi de farklı cenahlarda olsalar da vaaz ediyorlar. Başkanlık rejiminin kimin için demokrasi anlamına geleceği ise açık olmalı. Sömürücü sınıflar, uluslararası tekeller ve onların işbirlikçisi iktidarlar için, ülkemizde uygulanmaya başlanan Başkanlık rejimi oldukça elverişli koşullar sunacaktır.
PUSULA 2 | Rejime isim bulmak
PUSULA 3 | Düzenin bekası sorunu ve restorasyon
PUSULA 4 | Sistem mi rejim mi? Kemalizm devam mı ediyor?
Bu haber en son değiştirildi 5 Ağustos 2018 09:08 09:08
Bornova İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından okullara gönderilen yazı ile ÇEDES projesinin uygulanması istendi ve…
Emlak Konut GYO A.Ş'nin KAP'a yaptığı açıklamada, Suudi Arabistan'da şirket kuracağını belirtti.
Güney Kore Devlet Başkanı Yoon Suk Yeol, ülkede sıkıyönetim ilan edildiğini duyurdu.
Diyarbakır'da Narin Güran'ın cansız bedenini dereye sakladığını itiraf eden tutuklu sanık Nevzat Bahtiyar'ın "suçu üstlenmesi"…
AFAD verilerine göre Bursa, Mudanya'da 3.6 büyüklüğünde bir deprem meydana geldi. Sarsıntının derinliği 7.01 kilometre…
DEM Parti Eş Genel Başkanı Tülay Hatimoğulları, AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın 'Cesur olacağız, yeni adımlar atacağız'…