Dış borcun sonu: Çıkmaz sokak...
12-08-2018 09:30Yazıya bazı doğruları hatırlayarak başlamakta yarar var...
Hakan Yurdakan
Yazıya bazı doğruları hatırlayarak başlamakta yarar var.
İlki; Marksistler, kapitalizmin ekonomik krizlerini en başta “kâr oranının düşme eğilimi yasası (KODEY)” çerçevesinden değerlendirirler. Kâr oranındaki düşüş, belli bir sınırın altına indiğinde ve kendisiyle birlikte yatırım ve kâr miktarında reel bir düşüşe neden olduğunda, kriz tanımlaması yapılabilir.
Bu anlamda, kâr oranının düştüğü her durumun ya da finansal süreçlerdeki her tıkanmanın “kriz” olarak tanımlanması da tartışmalıdır.
İkincisi; krizler, kapitalizme içseldir ve kapitalizmin kendi hareket yasalarından doğar. Dolayısıyla, krizleri kişilerin hataları ya da yanlış kararları üzerinden açıklama çabası, kapitalizmin kendisini temize çıkarmak anlamına gelecektir.
Üçüncüsü; krizler finansal alanda tezahür ettiğinde dahi, temeli üretimle ilgili süreçlere dayanmaktadır. Finansal süreçler, üretimden bağımsız değildir. Finansal uygulamalar üretimle ilgili dinamikleri etkilese bile, son durumda belirleyici olan üretim alanında yaşanan çelişkilerdir.
Bu nedenle, finansal önlemler, krizin etkilerini geçici olarak hafifletmeye ve bir süreliğine ertelemeye ya da tersine üretim alanında mevcut çelişkileri daha da artırmaya yarayacaktır.
Şimdi Türkiye kapitalizminin geldiği noktaya, bazı makro göstergelerle bakalım (2001 -2018 karşılaştırmalı):
* 113 milyar dolar olan toplam dış borç 4 kat artarak 466 milyar dolara,
* Bir yıl içinde ödenecek kısa vadeli dış borç 7,5 kat aratarak 122 milyar dolara,
* Özel sektör dış borcu 7,7 kat artarak 325 milyar dolara,
* Yıllık dış ticaret açığı (ithalatın ihracatı aşan kısmı) 7,6 kat artarak -76,8 milyar dolar seviyesine yükselmiştir.
* Dolayısıyla bir yıl içinde ödenmesi gereken dış borç 200 (122+76,8) milyar dolar civarındadır.
* Buna karşın Merkez Bankası rezervleri ancak 98 milyar düzeyindedir.
* Bir yıl içinde ödenmesi gereken dış borç, rezervin 2 katından fazladır.
* Sadece yıllık dış ticaret açığı bile Merkez Bankası rezervlerinin %78’i seviyesine ulaşmıştır.
AKP’nin iktidara geldiği 2002 sonrası dünya koşulları yakın zamana kadar, dış borç sağlamaya ve spekülatif yabancı sermayeyi (sıcak para) ülke içinde tutmaya elverişliydi. Bu durum, TL’nin yabancı paralar karşısında değerli tutulmasına ve dolayısıyla ithalatın ucuzlamasına olanak sağladı. Böylece Gümrük Birliği uygulamasından sonra yaygınlaşan ithal girdi kullanımı daha da arttı.
TL’nin değerli tutulması ve ithal girdi kullanımının artması sonucu, üretime yatırılan sermayenin değeri düşürülerek kâr oranının artırılması hedeflenmiştir.
Finansal sermaye bir ülkeye, yüksek kazanç sağlayarak, daha yüksek bir değerle çıkmak için gelir. Bu nedenle, yatırımları kısa vadeli spekülatif alanlara; devlet kağıtlarına ve borsaya yöneliktir. Ancak bu kağıtlar ekonomiye ilave bir kuruş bile değer katmazlar, sadece gelecekte yaratılacak olan artık-değerden bir payı temsil ederler. Yani finansal sermaye, gelecekteki potansiyel bir gelir için bu kağıtları satın alır. Bu durum kendisi açısından bir risk taşıdığından dolayı, sürekli şu gelişmeleri izler; a) yatırım yaptığı ekonominin büyüme ve artık-değer yaratma gücü, b) enflasyon oranı, c) faiz oranı ile kur artışları arasındaki pozitif fark, d) ve nihayet diğer ülke kağıtlarının faiz getirileri.
Spekülatif sermaye, yukarıdaki dört parametreden birinde ya da birkaçında kendisi açısından olumsuz bir gelişme tahmin ettiğinde ülkeden çıkış yapmaya başlar. Bu da o ülke parasının yabancı paralar cinsinden değer kaybetmesine yol açar. Ve bu iki süreç birbirini etkileyerek hızlanır.
Son zamanlarda Türkiye’de yaşananlar da bu çerçevededir.
Bu kez, TL’nin değer yitirmesi ithal girdileri pahalılaştıracak; üretime yatırılan sermayenin değeri artacak ve dolayısıyla kâr oranını düşüş yönünde baskılayacaktır.
Mesele; emperyalizme ekonomik olarak bağımlı ülkelerin ortak konusudur. Türkiye kapitalizmi hızla dış borçlarını çeviremez, ödeyemez duruma gelmektedir. Borçlu şirketlerin, yurt içindeki bankalar ve yurt dışındaki alacaklılar ile borçlarının “yapılandırılması” için görüşmeler yapmakta olduğuna dair haberler yayılmaktadır.
Dış borçların önemli bölümünün özel şirketlere ve bankalara ait olmasının ya da sermaye devletinin dış borçlara karşı resmi garanti vermiş olmasının çok da fazla anlamı yoktur. Uluslararası emperyalist kuruluşların ve tekellerin, borçlu bankaların ya da şirketlerin yükümlülüklerini yerine getirememesi durumunda uygulayacağı baskılar/yaptırımlar, sermaye devletinin sorumluluğu üstlenmesini sağlayacaktır. Zaten sermaye devleti de bu duruma kayıtsız kalmayacaktır.
Türkiye kapitalizminin yurtdışı borçlarını çevirmekte zorlanmasının nedeni, borçlandığı kadar döviz elde edememesidir.
“İhracatın ithalatı karşılama oranı” son 16 yılın ortalamasında %65 olup, artık yapısal bir hale gelmiştir. Üretim/ihracat artırıldığında kaçınılmaz olarak ithalat da artmaktadır. Ve her 100 birimlik ithalatın 35 birimi borç olarak birikmektedir. Bu açığın turizm ve benzeri faaliyetler ile kapanması ise olanaksızdır. Dolayısıyla açık, dış borçla ve kısa süreli finansal sermaye ile yüksek bedellerle kapatılmaya çalışılmaktadır. Ve bu dış kaynaklara ödenen faizler, aslında yurt içinde yaratılan artık-değerden karşılandığı için, yurt dışına kaynak transfer edilmesi anlamına gelmektedir.
1996-2001 döneminde 18,7 milyar dolar olan ortalama yıllık dış ticaret açığı (ihracat-ithalat), 2002-2017 döneminde 3,3 kat artarak 61,5 milyar dolar seviyesine yükselmiştir.
Kriz sonrası 2012-2017 dönemiyle karşılaştırıldığında ise 4,1 kat artış ile 77,5 milyar dolara yükseldiği görülmektedir.
Dış ticaret açığının ve artışının %91’i dört kalem ithal girdiden oluşmaktadır. Bu girdiler şunlardır;
* Mineral yakıtlar, mineral yağlar ve bunların damıtılmasından elde edilen ürünler,
* Demir ve çelik,
* Kazanlar, makineler, mekanik cihazlar ve aletler, nükleer reaktörler, bunların aksam ve parçaları,
* Elektrikli makine ve cihazlar, ses kaydetme-verme, televizyon görüntü-ses kaydetme-verme cihazları.
Aslında dış ticaret açığının; %50’si sadece “mineral yakıtlar, mineral yağlar ve bunların damıtılmasından elde edilen ürünler” grubundan; %20’si ise “kazanlar, makineler, mekanik cihazlar ve aletler, nükleer reaktörler, bunların aksam ve parçaları” grubundan kaynaklanmaktadır.
Özetle; dış ticaret açığının %70’i sadece iki ithal girdi kaleminden kaynaklanmaktadır.
Bunlardan ilki, bilindiği gibi “fosil yakıtlar ve ürünleri” olup, ekonominin enerji ihtiyacını karşılamaya yöneliktir.
Diğer kalemler ise, üretimi ileri teknoloji gerektiren “makine ve cihazlar” ile “demir-çelik” ürünleridir.
Dış ticaret fazlası veren ürün grupları ise düşük teknolojiye dayanan “örme ve örülmemiş giyim eşyası” ile “meyveler” oluşturmaktadır.
Bu çerçeveden değerlendirildiğinde; yurtdışı borçların ödenmesinde yaşanan tıkanmanın temel nedenlerinin, Türkiye kapitalizminin üretim yapısı ve enerjide dışarıya olan bağımlılığın azaltılamaması olduğu söylenebilir.
Türkiye kapitalizmi, “üretim araçları” üreten sektörde, dış pazarlarda rekabet edebilecek, yüksek teknolojiye dayalı bir yapıya ulaşamamıştır. Bu aşamadan sonra da zor gözükmekte olup, emperyalist devletlerin ve uluslararası tekellerin böyle bir girişimi memnuniyetle karşılamayacakları ortadadır.
Dövizde yaşanan tıkanmanın bir ucu hidroelektrik ve termik santrallere; diğer ucu da sermaye devletinin Ortadoğu politikalarına uzanmaktadır.
Enerjide dışa bağımlılığın neden olduğu döviz açığı, doğanın yok edilmesi pahasına, plansız, hesapsız bir şekilde yüzlerce hidroelektrik (HES) ve termik santral kurularak, kısmen de olsa kapatılmaya çalışılmaktadır.
Enerji kaynaklı döviz açığı, aynı zamanda devletin Ortadoğu politikalarında da önemli bir etken olabilmektedir.
Kapitalizmin yarattığı sorunlar, kapitalizm içinde çözülemez. Bu durumda sermaye iktidarı geçici rahatlama sağlayacak yollar deneyebilir. Ancak bu geçici rahatlama, bir süre sonra daha büyük bir sorun yumağı olarak karşısına çıkacaktır.
Sermaye sınıfı ve iktidarını geçici de olsa rahatlatacak yollardan en elverişlisi; bir yandan orta vadeli ve görece düşük faizli dış borç sağlamak, diğer yandan da yabancı üretken sermaye yatırımlarını ülke içine çekebilmektir.
Dünyanın ve Türkiye’nin içinde bulunduğu koşullar, uzun vade ve düşük faizle borçlanmaya uygun değildir. Ekonomik büyümenin yavaşlayacağı ve hatta küçüleceği yönünde ciddi olasılıklar bulunan, enflasyonun yükseliş eğilimine girdiği, kapitalistlerin alacaklılar ve bankalar ile borçlarının “yapılandırılması” görüşmeleri yaptığı bir ülkeye, hiçbir kapitalist ülke ve kurum uzun vade ve düşük faizle borç vermez ve yatırım yapmaz.
Sermayenin seçeneği değil, zorunlu tek yolu vardır; yüksek maliyetli ve kısa vadeli dış borç bulabilmek. Bununla birlikte kalan kamu varlıklarının yabancı sermayeye satılması ve işçi sınıfı üzerindeki sömürünün yoğunlaştırılarak artık-değer miktarının büyütülmesi her zaman gündeminde olacaktır.
Diğer yandan; yurt içindeki mevcut spekülatif sermayenin kaçmaması ve yeni finansal sermayenin gelebilmesi için TL’nin değerli, dolayısıyla faizlerinde yüksek tutulması gerekmektedir. Bu durumda, değerli kur nedeniyle dış borçları ödemek için daha fazla kaynak gerekecek; yüksek faizler nedeniyle de yatırımlar duracak, işsizlik artacak, iflaslar yaygınlaşacaktır.
Bir yandan da enflasyon yükselme eğilimine girmiştir. Eğer artan enflasyona paralel devalüasyon (TL’nin yabancı paralar karşısında değersizleştirilmesi) yapılmaz ise, bu kez dışarıya satılan ürünlerin ihracat fiyat dengesi bozulacak ve ihracat miktarı düşecektir. Bu nedenle er ya da geç TL devalüe edilecektir.
Ayrıca enflasyondaki artışı gören ve ardından kaçınılmaz olarak devalüasyon beklentisine giren spekülatif sermaye yurt dışına çıkmaya başlayacaktır.
Bu kez önlem olarak tekrar faizler artırılacak… Sonrası bildiğimiz kısır döngüdür.
Peki, nereye kadar?
Bunun gerçek yanıtını ancak örgütlü işçi sınıfı verebilir.
DİĞER PUSULA YAZISI
PUSULA 2 | Dış borcun sonu: Çıkmaz sokak…