Türkiye ekonomisinin ne durumda olduğu pek çok kesim tarafından tartışılıyor. Sene başından bu yana döviz kurlarında başlayan tırmanış, faiz-kur-enflasyon sarmalının tetiklenmesine neden oldu. Bu üçlü yükseliş, bağımlı Türkiye ekonomisi için bir yıkım anlamına geldi. Maliyetlerin artışı ve kriz havasının esmesiyle birlikte sermaye çevreleri tarafından kabullenen kriz, Yeni Ekonomik Programla birlikte emekçilere dönük saldırganlığın bir aracı haline geldi.
Krizin faturası kimin tarafından ödeneceği bir mücadele başlığı. Bu mücadele başlığının nasıl sonuçlanacağı önümüzdeki dönemde sınıf mücadelesinin izleyeceği seyirle yakından ilgili. Dolayısıyla kapitalizmin etkilerinin çıplak bir biçimde gözlemlendiği, emperyalizmle olan ilişkilerin bağımlı bir ülkeyi nasıl açlık ve sefalete sürüklediği, sermaye düzeninin bitimsiz ve evrensel tek bir yol olmadığının açık bir şekilde tartışılmaya ihtiyacı var.
Bu tartışmanın düşünce dünyası üzerinden şekillenmesi sakıncalı. Kapitalist kriz, her dönemde olduğu gibi maddi bir zemin üzerinden şekillenmekte. Bu nedenle tartışmanın maddi bir zemin üzerinden şekillenmesi gerekiyor.” İşçi sınıfı kriz koşullarında nasıl yeni mevziler elde edecek?” sorusunun cevabı maddi zeminin açığa çıkartılmasıyla mümkündür.
Krizin maddi koşulları kapitalist ekonominin bağımlılığından geçmektedir. Ekonomide sermaye birikiminin devamlılığı kapitalist sistemin en büyük açmazı. Bir yandan kârlar maksimize edilmeye çalışılırken, diğer yandan birikimin düşen temposu kapitalist sistemin çözemeyeceği bir sorun. Türkiye gibi bağımlı ülkelerde bu sorun katmerlenerek artmaktadır. Dış kaynak bağımlılığı ve bu kaynakların şekillendirdiği ekonomik düzlem, sermaye sınıfını “finansal araçlara” başvurma eğilimine sürükler.
Bu eğilim, Türkiye’nin son on yıllık sürecinde neden inşaat ve altyapı yatırımlarına yöneldiğini, kredi mekanizmalarının ve faiz-kur oranlarının ekonomi açısından neden merkezi önem taşıdığının da bir cevabıdır. Bu yol, sermayenin tıkanma potansiyelini güçlendirmiştir. Geçtiğimiz iki yıl teşvik ve kamu harcamaları ile ötelenen tıkanma, 2018 yılında saklanamaz hale gelmiştir.
Krizin gerçeklik hale geldiği bir dönemde sermaye sınıfı kendine özgü eğilimleri güçlendirir. Bunlardan biri merkezileşme eğilimi, diğeri ise varlıkların el değiştirmesidir. Her ikisi de yeni tekelleri gündeme getirir. AKP iktidarının ve Cumhurbaşkanı’nın yana yakıla tekellerle görüşmesi bu durum işaretçisidir. Yeni özelleştirme ve teşvik adımları bir yandan varlıkların el değiştirmesini, bir yandan da tekelci eğilimlerin güçlenmesi sermaye sınıfının kriz karşısındaki tutumudur.
Bu eğilimler işçi sınıfı açısından büyük sorunlar doğurmaktadır. Kapitalist sistemin sömürü mekanizmaları kriz koşullarında çıplak hale gelirken, sömürü oranlarının arttırılması da sermaye sınıfı için tek çare haline gelir. Geçmiş yıllarda kredi genişlemesiyle işçi sınıfının geleceğini satın alan sermaye, şimdi doğrudan işçi sınıfının ücretlerine göz dikmiş durumda. Enflasyon aracılığıyla ücretler reel olarak erirken, bireysel emeklilik zorunluluğu ile ücret kesintileri daha doğrudan hale gelmektedir.
Sermayenin kriz karşısındaki tutumuna karşı işçi sınıfının mutlak suretle kendi programını ve stratejisini yaratması gerekiyor. Başta kamucu ekonomi olmak üzere, merkezi planlamanın araçlarının tartışılmaya açılması işçi sınıfı açısından kritik. Bununla beraber kriz karşısında temel ihtiyaç fiyatlarının dondurulması, dolar milyonerlerinin birikimlerine el konulması, lüks tüketim ithalatında kontrollerin yükseltilmesi, eğitim ve sağlık hizmetlerinin ücretsiz kılınması gibi temel talepler de başa yazılmalı.
Bununla beraber yalnızca programatik bir hat işçi sınıfı için yetersizdir. Nasıl sermaye sınıfı kriz koşullarında merkezileşmektedir, işçi sınıfı da merkezi gücü yaratmalıdır. Patronların TÜSİAD’ı, MÜSİAD’I, TOBB’una karşı işçi sınıfının da bir tavrı olmalı.
Bu noktada kritik noktanın işçi sınıfı örgütlenmesinin hangi zemin üzerinden şekilleneceğini ifade etmek gerekiyor. Bazı kesimlerin teşhir ve dayanışma ile şekillendirmeye çalıştığı zeminin örgütlü bir sınıf hareketi için biçimsiz ve yetersiz olduğunu ifade etmek gerekiyor.
Mücadele bütünlüklü olmalı. İşçi sınıfının bugünkü bölünmüşlüğüne ve kuşatılmışlığına karşı işyerlerinden güç alan bir örgütlenmeye ihtiyaç var. Dayanışma ve teşhirin bu örgütlülüğün yaratılmasında bir araç olarak kullanılması ancak bu zemine oturduğunda mümkün kılınabilir. İşçi sınıfının sermaye sınıfı karşısında “kural koyucu” olması ve farklı kesimlerinde biriken örgütsel deneyimi birbirine aktarması bu örgütlülüğün zeminini güçlendirecek. İşçi sınıfı üzerindeki orta sınıf etkilerin kırılması ancak bu zemine basıldığında mümkündür.
Sınıf mücadelesinin örgütsel ayağı işyeri komiteleri aracılığıyla sağlanmalı, dayanışma olgusu ise somut başlıklarda, grev, işsizlik, mobbing vs.. gibi, gündeme getirilmelidir. Tek tek işçilerin kendilerini bir güç olarak görebilmeleri, kuşatılmışlıklarını kırmasıyla mümkündür. Geçmişten bugüne gelen deneyimler, somut bir karşı karşıya geliş anında sınıf hareketinin yükselmesinin örgütlü bir zeminin varlığı ile yakından ilgili olduğunu göstermektedir.
Bununla beraber sınıf mücadelesinin bir alanı olan sendikal zeminin de tartışılmaya açılması gerekmektedir. Sarı sendikaların esir aldığı, sermaye ve iktidarın birer uzantısı haline dönüştüğü bu alanın, sınıf sendikacılığı ilkeleri ve platformu ile ayağa kaldırılması gerekiyor. İnşaat ve cam sektöründe yaratılan olumlu deneyimler, metal sektöründe geçmişten gelen deneyim, turizm ve hizmet sektörlerinde bu alanda oluşturulan nüveler sınıf sendikacılığı çizgisinin güçlenmesi için başlangıçtır. Ancak bu zemin güçlendiğinde sermaye sınıfı tarafından makam ve lüks ile ödüllendirilen, profesyonel bir meslek haline getirilmiş sendikacılığın tahtı sarsılabilir. [1]
Tüm bu bahsedilenler ise tek bir noktaya işaret ediyor; işçi sınıfı mücadelesinin ortak bir zemininin yaratılması. Kriz karşısında işçi sınıfının kendi tavrını yaratması bu zeminin yaratılmasıyla mümkün. Dolayısıyla “Yeter Söz işçinin” diyerek yola çıkan Sınıf Tavrı’nın çağrısının önemsenmeli ve büyütülmelidir.
[1] Bu alandaki en son örnek Şeker-İş Başkanı ile yaşandı. Şeker-İş Başkanı’nın milyonluk otomobili, özelleştirmeler karşısında sendikanın suskunluğunun ödüllendirilmesidir. Sermaye, kendi hizmetkârlarını bu şekilde ödüllendiriyor.
Merkez Bankası, kasım ayında da faiz oranını değiştirmeyerek yüzde 50'de sabit tuttu. Banka böylece üst…
Bir gencin ölümüne ve iki kişinin yaralanmasına neden olduğu için yargılanan eski Kızılay Başkanı Kerem…
Laiklik Meclisi tarafından 150 kapsamlı başlıkta hazırlanan Ekim 2024 Laiklik İhlalleri Raporu yayımlandı.
Türkiye Komünist Hareketi'nin (TKH) 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü dolayısıyla yaptığı…
Türkiye Komünist Hareketi (TKH) Yenidoğan çetesi skandalı hakkında Eski Sağlık Bakanları Mehmet Müezzinoğlu, Recep Akdağ,…
Ahmet Özer'in tutuklanmasının ve yerine kayyum atanmasının ardından belediyede kamu ve özel teşebbüse ait hizmetlerde…