Yerelden merkeze iktidar arayışı
23-12-2018 09:40Uzaktan bakıldığında "demokrasinin" genişlediğinin sanılabileceği bu tablo, içinde bir adet rejim değişikliğinin oylandığı, bir adet yeni rejimin "onaylandığı" dönemeçleri içeriyor.
İlker Demirer
Türkiye Mart ayında bir yerel seçime daha gidiyor. Ardı ardına “seçim bağımlısı” yapılan Türkiye halkının, son beş yılda göreceği yedinci seçim olacak. Uzaktan bakıldığında “demokrasinin” genişlediğinin sanılabileceği bu tablo, içinde bir adet rejim değişikliğinin oylandığı, bir adet yeni rejimin “onaylandığı” dönemeçleri içeriyor.
Sermaye sınıfının aranışları ve yoksunluklarıyla karşı karşıya olduğumuz yedinci seçimin başlangıç noktasına yaklaştıkça, siyasi partiler için aday seçimi derekesinde bir manevra yarışı başladı. 2017’deki Hayır referandumu sonrasında şekillenen Akşener-Kılıçdaroğlu ve Erdoğan-Bahçeli ittifakları yanlarına aldıkları farklı unsurlarla bu yerel seçimlere de yansıyacak. HDP’nin bulunduğu mevzileri koruma stratejisi de aynı şekilde yerel seçimlerde sürdürülmeye devam edecek.
Siyasi partilerin stratejileri, genel seçimlerde ortaya çıkan tablonun korunması şeklinde olurken, tüm beklenti rakiplerin yapacağı bir yanlış üzerinden gol atmak şekline dönüşmüş durumda. Öte yandan, yerel seçimlerle birlikte bir olgu daha tartışılmaya başlanıyor: Yerel yönetimler, merkezi iktidara giden yolun taşlarını döşeyebilir mi?
Merkezileşme ve yerel yönetimler arasındaki bağ
Siyasi yaşantımızda bu sorunun kapladığı yerin yarı yanılsama, yarı gerçek olduğunu kabul etmek gerekiyor. İşin gerçek tarafı, sermaye sınıfının ve düzeninin mekanizmalarında gizli. Sermaye sınıfının geçtiğimiz yüzyıllarda, iktidarını olgunlaştırıp, pekiştirdiği siyasi iktidar mekanizmaları, “merkezileşme” olgusunu öne çıkarttı. Merkezileşme, salt siyasal iktidarın ve onun aygıtlarının, devlet başta olmak üzere, temel yönelimlerinden birini içeriyor. Merkezileşme kategorisi, sermaye için ulusal pazarın oluşturulması ve hâkimiyetinin kurulmasındaki temel noktalarından biriydi.
Öte yandan sermayenin yeni pazarlara ulaşması ve farklı ulusal pazarlar arasındaki rekabeti ile tekelleşme öğeleri, yerel kaynakların tahsisinin ne yönde olacağına dair tartışmayı da beraberinde getirdi. 19.yüzyıldan 20.yüzyıla dönerken sınıf mücadelelerinin kazanımları merkezileşmenin “yerel yönetimler” aracılığıyla en uç noktaya erişebilmesini sağlamıştır.
20.yüzyılın sonlarına doğru yerel yönetimlerin anlamı iki etki gösteriyor; emperyalizmin merkezlerinde sermaye iktidarının genişlemesini, bağımlı ülkelerde ise “daha uygun” yönetilme araçlarının yaratılmasını. Bu nedenle, Türkiye benzeri ülkelerde yerel yönetimler hem sermayenin yeniden üretimini sağlayacak araçları, ihale-teşvik döngülerini, hem de siyasal eğilimlerin “açığa” çıkartılmasını sağladı.
Efsane ve gerçek bir arada
Bu durumun birinci etkisi kuşkusuz dağıtıcı bir özellik taşımaktadır. Emperyalist-kapitalist sistemin bağımlı ülkelerinde yerel yönetimlere verilen yetki devrinin anlamı “merkezkaç” etkilerin devreye girmesi olmaktadır. Türkiye benzeri orta gelişkinlikteki bir kapitalist ülke açısından bu etkilerin ağır sonuçlar doğurması olanaksız.
İkinci etkisi ise siyasal iktidarın yeniden örgütlenişi üzerinedir. Sermaye içi dengelerin değiştiği, emekçilerin politik yaşantıdan ve örgütlenmeden uzaklaştırıldığı bir dönemeçte yerel yönetimler, adım adım “yeniden yapılanmanın” ilk halkasını oluşturdular. Bunun en sade örneği Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanlığından bugünkü konumuna gelişidir. 94’ten başlayan “macera”, bugünkü siyasi tabloyu doğurdu.
Dolayısıyla ikinci etkinin sol üzerinde tersinden bir etki doğurması olağan karşılanmalı. Yerelden merkeze uzanan “tek yönlü iktidar biletinin” yanıltıcı yanı da buradan geçiyor. Özellikle solda 70’li yıllardan kalma “kurtarılmış bölgeler” efsanesinin de pekiştirmesiyle yerel yönetimlerin sihirli bir anahtar sunduğuna ilişkin bir politik yanılgı hali ortaya çıkıyor. Bu durumun bir dönem için, Çin’deki ve Latin Amerika’daki süreçlerle birlikte, bir strateji taşıması, bugüne taşınabileceği düşüncesini doğurması, olgunlaşmamış sınıf hareketi ile yakından bağları var.
Bu yanılgının tarihsel yanlarına geçmeden önce, tartışmanın bir yanını açmak lazım. 21.yüzyılda yerel yönetimler-merkezi iktidar ikiliği, sermaye içi dengeler dışarıda bırakıldığında, ancak işçi sınıfı mücadelesinin yarattığı etkilerle ilişkili olabilir. Hayatın, çok özel etkiler olmaksızın, “tersinir süreçler” içermediğini bilinen bir gerçek. Bu nedenle, yerel yönetimler olgusunun solun temel iddialarından olan “sınıfın özneleşmesi” için önemli ayrıntılar barındırdığını ve bu deneyimin “olumlu” sonuçlar doğurduğu yabana atılamayacak bir ağırlık taşımaktadır. Bununla beraber, yerel yönetimlerin sermaye sınıfı ve siyaseti için dahi anlamı bir siyasi kavga alanı olması ile ilintilidir. O nedenle, işçi sınıfı mücadelesinin ve onun hareketinin, söz konusu yerel yönetimler olduğunda dahi ana hedefle, siyasi iktidarın ele geçirilmesi, bir bağının oluşturulması gerekiyor.
Yerel yönetim ve siyasi iktidar perspektifi arasındaki yolu kısaltmak
Gelgelelim, siyasi mücadelenin dünden bugüne taşıdığı izler bir tarafa atılamıyor. Nasıl ki sınıf mücadelelerinin tarihinde ütopik sosyalizmin, kooperatifçiliğin, ekonomizmin ayrı bir yeri varsa, bu siyasal stratejilerin bugünkü yansımaları da bulunuyor. Bu yansıma, sınıf mücadelesi bir parçası ile bütünü birbirinden ayırmak ve bu ayrım üzerinden “serpilip gelişmenin” olacağını düşünmek.
Ancak 20.yüzyılın tarihi, hem işçi sınıfı, hem de sermaye sınıfı için öğreticidir. Yerel yönetimler mücadelesinin, siyasi iktidar perspektifi olmaksızın kalıcı bir iz bırakması ve deneyim biriktirmesi şansı bulunmuyor. O nedenle sosyalistlerin, bu yerel seçimlerde dâhil olmak üzere, temel stratejisi yerel seçimlerle genel seçimler arasındaki bağın kısaltılmasından geçmektedir.
Bu durumda sosyalistlerin bir yerel seçim stratejisinin ve modelinin olmaması mı gerekiyor? Yazıda da ifade edildiği gibi, hayatın tersinir süreçler içermesi, bir dış etki içermeksizin mümkünü bulunmuyor. Böyle bir durumda dahi “eski duruma dönüş” salt yaşanan deneyimden ötürü dahi imkânsız. Dolayısıyla, sosyalistlerin yerel yönetimler olgusu karşısında yok sayan ya da baştacı eden bir yaklaşımının bulunması söz konusu olamaz.
Belirli bir bölgede ortaya çıkabilecek tüm potansiyel mücadele biçimlerinin kalıcı mevziler kazanması, siyasi iktidar mücadelesi verirken önemli bir dönemecin geçilmesi anlamına geliyor. Bu nedenden ötürü sosyalizm programının yerel yönetimler açısından somutlanması ve daha geniş kesimlere taşınması sosyalist siyasetin en temel stratejilerinden biridir.
Tek yönlü biletin sahibi olarak değil ama açılması gereken yolun inşa edenleri olarak, yerel yönetimlere bir de bu açıdan bakmak tarihsel bir sorumluluk anlamına taşıyor. Bu tarihsel sorumluluğu üstlenecekler, şimdiden kolları sıvamış durumda!