Hem dünyamızın hem de ülkemizin oldukça ilginç bir tarihsel kesitten geçtiğini gözlemliyoruz. Çok boyutlu bir kesit bu. Ekonomi, politika, sosyal yaşam, ideoloji, bilim, teknoloji ve daha bir çok alana ilişkin, bunların hepsiyle etkileşimli ve bunların hepsini tarihselliğinden koparan bir kesit.
Bu kesit Marx’ın ünlü “katı olan her şey buharlaşıyor” sözünü çağrıştırıyor. Marx bu sözü burjuva devriminin yarattığı alt üst oluşu ve feodal ilişkilerin nasıl tasfiye olduğunu anlatmak için kullanıyordu. Yeni bir düzen kuran burjuvazinin eski düzenin üretim ilişkilerini, değer yargılarını, toplumsal statüleri, eskiye ait tüm üstyapı kurumlarını -burjuva düzenin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden kuruluncaya kadar- darmadağın etmesini betimliyordu.
Bugün içinden geçtiğimiz kesit de taşıdığı muğlaklıklar, yaşanan alt üst oluşlar, her gün karşılaştığımız dengesizlikler vs. itibariyle katı olan her şeyin buharlaştığı bir kesit gerçekten ve daha önemlisi, tıpkı Marx’ın betimlediği dönem gibi, bu buharlaşma hali burjuva düzenin değirmenine su taşıyor. Niye mi? Marx’ın bu satırları yazdığı dönemde feodal üretim araçları ve ilişkileri buharlaşırken, günümüzde kapitalist üretim araçları ve ilişkileri (dolayısıyla burjuva iktidarı) kaskatı yerinde duruyor, buharlaşan ya da buharlaştırılmaya çalışılanlar başka şeyler oluyor.
Söz konusu kesitin temeli belirli bir tarihselliği olan kavramların, düşünsel-politik akımların ve toplumsal sınıfların bu tarihselliklerinin belirsiz, karmaşık, tanımlamaz hale getirilmesi, her şeyin sorgulanabilir ya da hiçbir şeyin sorgulanamaz olması, örgütlü kitlelerin yerini bireylerin birlikte (ve kafaları- na göre) hareketinin alması, niteliksiz ama popüler figürlerin yükseltilmesi vs. üzerine kurulu. Bu dönemin bu başlıklarda başarılı olmasının biricik yoluysa tarih bilincine ve sınıf bilincine yapılan saldırılara bağlı. Bu açıdan, bu kesitin başlangıcını, tarihin bittiğinin, sınıfların yok olduğunun ilan edildiği 1980’li yıllara götürmek, sosyalizmin çözülüşüne paralel olarak yükseltilen kapitalist-emperyalist saldırıyla ilişkilendirmek de yanlış değil.
Pusula’nın bu haftaki konusunda sol’u hatırlatıyoruz tekrar. Böyle bir hatırlatma ihtiyacının zemini de işte içinden geçtiğimiz bu kesitin gün aşırı karşımıza çıkardığı tuhaflıklardan ve 1980’li yıllarda yeni sol/liberal sol dalgayla ülke soluna zerk edilen saçmalıkların günümüzde yaygınlık kazanmasından oluşuyor. Solu tanımlayan temel kavramların içlerinin boşaltılmaya çalışılmasına, sulandırılmaya çalışılmasına, abartılıp değersizleştirilmesine karşı çerçevenin tekrar hatırlatılması, çerçeveyi bozmaya çalışan saldırılara karşı çerçevenin savunulması ve gerekiyorsa yeniden çizilmesi gerekiyor. Çünkü bu çerçeve “bir de böyle yapalım, bakalım ne olacak”, “o kadar da abartmaya gerek yok”, “ezber bozmak kötü bir şey değildir”, “bireyin özgürlüğüne niye karşı çıkalım ki”, “sonuçta bu düzene muhalif değil miyiz?”, “Lenin de ittifakları çok önemserdi” benzeri, daha da çeşitlendirilebilecek, sözde masum özde tehlikeli, bilgisizlikten, umutsuzluktan, yorgunluktan ya da gerçekten kötü niyetten ve örgütlü bir karşı propagandadan beslenen sürekli bir saldırı altında.
Bu çerçevenin olmazsa olmazlarından biri devrimciliktir. Sol-sağ kavramlarının ortaya çıkış nedenidir devrimci kimlik. Fransız Devrimi’nden sonra Kurucu Meclis’te devrimcilerin sol, reformist ve muhafazakarların sağ tarafta oturmasından başlar solculuk-sağcılık ayrımı. Devrimi savunanlar, devrimin yarıda kalamayacağına inananlar, mevcut kazanımların gerçek bir kazanım olmadığının bilincine varanlar solculardır. Yani, solculuk doğuşundan itibaren devrimcilikle maluldür.
Devrim, adı üstünde, köhnemiş olan düzenin devrilmesi/yıkılması ve yepyeni bir düzenin kurulmasıysa, devrimcilik ya da devrimci faaliyet de mevcut düzeni yıkacak örgütlü bir gücün yaratılması ve bu hedeften şaşmayan bir siyasi mücadelenin yürütülmesidir. Bu kadar basit ve didaktik bir tanımın tercih edilmesi devrimci kimliğin genel olarak pratik bir faaliyete indirgenmesinden ve bu dönemde devrimcilikle ilgili olmayan bir çok faaliyetin “solcu ve devrimci bir faaliyet” olarak lanse edilmesinden kaynaklanıyor. Tanımdaki basitlik aslında çokça dillendirilen, ama dillendirildiği kadar üzerine düşünülmeyen, devrimci teori olmadan devrimci pratiğin olamayacağına işaret ediyor.
Marx’ın ta Paris Komünü zamanında proletarya diktatörlüğüne işaret ettiği, Lenin ve Bolşeviklerin ilkel çağlara ait üretim araçlarının bile bulunduğu geri topraklarda sosyalist devrimi gerçekleştirip dünyanın ilk sosyalist ülkesini inşa ettikleri, kapitalist üretim ilişkilerinin dünyada ulaşamadığı hiçbir yerin kalmadığı, 4.sanayi devriminin tartışıldığı koşullarda sosyalizm hedefini mümkün görmeyen, ülkenin “normalleşmesini” savunan, demokratik görevlerin önceliğinden bahseden bir bakışın devrimci bir faaliyet yürütmesi, devrimci bir karakter taşıması mümkün müdür örneğin?
Cevabı nettir: Hayır, değil. Bu düzenin bir taraflarını eksik bulmak, oraları tamir etmeye çalışmak, bu düzeni daha yaşanılası bir hale getirmeye çalışmak bir siyasi faaliyetin konusudur elbette, ama devrimci bir siyasi faaliyetin konusu olamaz, hedef ve programın devrimle ilgisi yoktur çünkü.
Burjuvazinin farklı kesimleri arasındaki çıkar çatışmalarına bakarak stratejisini belirleyen, misyonunu bu çatışmalardan doğacak gerilimlerden yararlanmak üzerine kuran ve buna göre politika belirleyen bir özneye kendisini solcu sayan hiç kimse devrimci demez herhalde. Peki, böylesi bir özneyle ittifak kurmak devrimcilik midir? Yanıt için karmaşık aritmetiklere gerek yok, solun bu konudaki ilkeleri çok önceden belirlenmiştir. Komünist Manifesto’da şunu söyler ustalar:
“Kısacası, komünistler, her yerde, mevcut toplumsal ve siyasal düzene kar- şı olan her devrimci hareketi desteklerler. Bütün bu hareketlerde, o andaki gelişme derecesi ne olursa olsun, mülkiyet sorununu o hareketin esas sorunu olarak ön plana çıkarırlar.”
Bu ilkenin pratik sonucu açıktır: Komünistler kendi bağımsız siyasi hatlarını örer ve herhangi bir burjuva özneyle uzlaşma ya da ittifak içerisine girmezler. Çünkü komünistlerin hedefi, o burjuva öznelerin ait olduğu düzenin zorla yıkılmasından başka bir şey değildir.
Bu ilkenin en usta uygulayıcılarından biri olan Lenin’in devrimci faaliyetinin büyük kısmını işçi sınıfının öncüsü olacak partiyi kurmaya ve örgütlemeye çalışması, tüm teorik ve pratik çalışmalarında siyasi iktidarı hedef olarak göstermesi, tıpkı kendi hedeflerinden biri olan Çarlığı yıkmak için mücadele veren başka siyasi hareketlerle ayrımlarını belirginleştirmesi ve sert polemiklere girmesi tesadüf olarak görülebilir mi mesela?
Nerede 1902’deki kongrede (43 delege katılmıştı) üye tanımı üzerinden çıkan tartışmadan geri basmayıp Parti’nin ikiye bölünmesine neden olan Lenin’in devrimciliği nerede büyük kitlelerle siyaset yapmak için “ABD’den silah alıyor ama AKP’yi de ancak böyle geriletiriz” diyerek “küçük kusurları” görmezden gelenlerin devrimciliği? Velhasıl, devrimcilik ne sınıf savaşımlarını unutanların, ne düzenin bir parçasına karşı verdiği mücadeleyi en gerçek mücadele sananların, ne de laf kalabalıklarıyla ve planlanmış imajlarla yaratılan büyülü bir çıkışsızlığın içinde yönünü şaşıranların harcı değildir. Sol devrimcidir, işçi sınıfı devriminden kopmadığı, gözünü iktidar hedefinden ayırmadığı sürece…
Anti-emperyalist olmadan sol olunmaz
Sol tarihi bir sınavdan geçerken; aydınlanma bayrağını taşımak
Bu haber en son değiştirildi 27 Mayıs 2018 00:51 00:51
Yeni Ülke Yayınları Yıldız Biçer Yorulmaz'ın Ses Avcıları adlı kitabını yayımladı. Semiha Günal kitaba dair…
Marmara Denizi Eylem Planı kapsamında oluşturulan Müsilaj Bilim ve Teknik Kurulu toplandı. Çevre, Şehircilik ve…
Güney Kore'de muhalefet, geçici devlet başkanlığı görevini üstlenen Başbakan Han Duck-soo'nun Anayasa Mahkemesi'ne yargıç atamayı…
Diyarbakır'da katledilen 8 yaşındaki Narin Güran cinayetine ilişkin görülen davanın ikinci duruşmasında mahkeme başkanı, tanık…
ABD'nin eski Şam Büyükelçisi Ford, "Donald Trump'ın 2 bin ABD askerini 4 yıl daha Suriye'de…
YSK Başkanı Ahmet Yener'in elektronik oylama açıklamasına yönelik ifadeleri sebebiyle 20 Kasım'da tutuklanan 5 Aralık’ta…