“USA, CIA, ITT, Schaub-Lorenz
Arandı, tarandı, bulundu Pinoche”
* Bulutsuzluk Özlemi, “Şili’ye Özgürlük”
1973’ün, 11 Eylül Perşembe günü, CIA yetkilileri ve Amerikan ordusunun “çocukları”, yapmak istediklerini başardı. Öncesinde, seçimle başa gelen marksist devlet başkanı Salvador Allende, gerçekten de sosyalizme yürüyen adımları kararlılıkla atıyordu. Ancak Marx’ın demokratik yolla sosyalizmin gelişini istisnai olarak görmesinin sebebi açıkça ortaya çıktı. Patronlar, eski devlet elitleri, toprak sahipleri, ordunun burjuva ve faşist generalleri hâlâ mekanizmanın içinde kalmışlardı ve bunları silahsızlandıran bir devrim yaşanmamıştı. Aşama aşama yapılan her kamulaştırma patronların ve toprak sahiplerinin hışmıyla karşılanıyor, her adım orduya yalvaran gözlerle bakan burjuva demokratları daha da kışkırtıyordu. Böylece ABD eliyle, bazı işverenlere lokavt, karşı devrimcilereyse grev emri verildi. Zaman zaman stokçuluk yüzünden bazı yiyecekler bulunmaz oluyor, hükümet stoklara el koyuyordu. Faşist para-militer yapılanmalar sokaklarda dolaşmaya başlamıştı bile. İlk darbe girişimi başarısız olduktan sonra, Pinochet’nin başında bulunduğu ikinci darbe başarılı oldu. Costa-Gavras’ın Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’yi Yılmaz Güney’in Yol’uyla paylaşan “The Missing”i, işte tam bundan sonra yaşananların filmi.
“The Missing” yani “Kayıp” tümü belgelere ve gerçek kişilerin anlatımlarına dayanan bir film. Prodüksiyon boyunca Ed Horman ve Joyce Horman başlarına gelenleri yönetmene ve oyunculara en ince ayrıntılarıyla anlatmışlar. Bu yüzden, olaylardan 9 yıl sonra çekilen film hem Pinochet hükümetinin hem de Kissinger’ın engelleme/eleştirileriyle karşı karşıya kalmış. Zaten Costa Gavras da filmde darbecilerin uyguladığı ham şiddetten daha fazla, darbeyi azmettirenlere karşı eleştiri oklarını doğrultmuş.
Filmin hemen başlarında sınıf çıkarlarını temsil eden çok güzel bir sahne vardır: Sokakta silah sesleri yükselir ve baloda dans eden burjuvalar, balkona çıkarak sokaktan geçen askeri tank ve jipleri alkışlarlar. Yani ekonomiye devlet müdahalesine katiyen “karşı” olan Amerikancı liberaller, kolluk güçlerinin kendi ekonomik çıkarlarını korumasına pek sevinir. Çünkü, sahte “askeri vesayet” eleştirileri, iş patron çıkarlarını korumaya geldiğinde pek önemli değildir. Ordu şiddeti arttırıp sokaklar ceset dolduğunda bile dehşete kapılmış görünmez, hatta daha da katılaşırlar.
Ancak filmin asıl çatışması, bu kargaşa sırasında kaybolan gazeteci oğlu Charles’ı arayan, tipik Amerikan babası Ed Horman’ın devreye girmesi ve geliniyle araştırmaya çıkmasıyla başlar. Bu rolün Jack Lemmon’a gitmesi de oyuncunun gençliğinde Amerikan Rüyası propagandasına alet edilmiş olmasından dolayı ayrıyeten isabetlidir.
Başa dönelim, muhafazakâr ilahiyatçı Ed, her şeyin sebebinin “lanet olası radikaller” olduğundan çok emindir. Horman’ın yönetmen tarafından ustaca çizilen portresi, o dönemde yaşayan bir Amerikalının dünyayı nasıl da yanlış anladığının göstergesidir adeta. Ülkesindeki girişimlerinde, kendisine oğlunun “liberal mi radikal mi” olduğu sorulunca, kızarak “Oğlum bir Amerikalı” cevabını verir Horman. Yani politik görüşünün ve sınıfının bir önemi yoktur, oğlu Amerikan vatandaşıdır! Kısacası acılı baba dünyayı Amerika’nın yarattığı illüzyonun içinden görmekte ve Amerikalıyı diğer insanlardan hem üstün hem de dokunulmaya cüret edemeyecek bir varlık olarak tanımlamaktadır.
Horman’ın Şili’ye uçuşunun ardından da ideolojik tutumu hemen sarsılmaz. Darbe gününün ardından düzen geldiğini sanan Amerikan bakışı, daha ilk günden yara almasına sebep olsa da hâlâ yerli yerindedir. Hatta gelini, oğlunun öldürülmüş olabileceğini söylediğinde, “Senin düzen karşıtı paranoyalarını dinlemek istemiyorum” diye çıkışır ve ısrar eder: “Oğlum nasıl aptalca bir şey yaptı? Tutuklandığına göre…” Emperyalizmin arka bahçesi hâline gelmiş bir ülkede, tutuklanmak için meşru bir sebep aranması bile gerekmiyordur halbuki…
Ed, Şili’deki büyükelçinin söylediklerine de şüpheyle bakmasına rağmen hep saygılı bir tavır geliştirir. “Saklanıyor” dediklerinde boynunu eğer, asker kılığına girmiş solcuların oğlunu kaçırmış olabildiğini söylediklerinde bunu ihtimaller dahilinde sayar. Ed, Amerika’ya öyle inanmıştır ki, karşısındakilerin burjuva basınında yazanlardan başka bir şey yapacağını tahayyül edemez. Öyle dar görüşlüdür ki oğlu ve gelininin, sosyalizme yürüyen eski Şili’de nasıl oturmak istediğine akıl sır erdiremez.
Ancak evladının acısı arttıkça ve soruşturmada tüm kapılar suratlarına çarpıldıkça, Ed inancını kaybetmeye başlar. Artık oğlunu sadece diri olarak değil, ölü olarak da bulsa rahatlayacaktır ama bir türlü sonuç alamaz. Sahneler ilerledikçe, oğlunun Amerikalı bir Albay’ın itiraf ettiği darbe hakkında bir haber yazmaya çalıştığı ortaya çıkar. Ed’in sarsılan inancı gene de sisteme değil, sistemin aktörlerine karşıdır. Sistem yozlaşmıştır…
Ama aslında, ozan Victor Jara’nın işkencelere şarkılarıyla karşılık vererek öldüğü Ulusal Stadyum’daki sinema tarihine geçen ikonik sahnede yer alan yığınla ceset, her şeyi ortaya koyar. Ed’in oğlu hala yoktur. Filmin sonlarına doğru, artık zıvanadan çıkan Ed Holman’ın tehditlerine karşı, büyükelçi ilahiyatçıya şöyle der: “Burada 3 bin Amerikan şirketi iş yapıyor Bay Holman. Başka bir ifadeyle, sizin çıkarlarınızı, Amerikan hayat tarzını koruma kaygısı taşıyoruz…”
Filmin son sahnesinde anlarız ki Ed Horman siyasal ve sınıfsal konumu dolayısıyla, kurtulamadığı milliyetçiliğiyle yine de tamamen anlamamıştır olanı biteni. Cesedin bulunduğunun söylenmesinin ardından evine dönerken, yetkililere şöyle der: “Sizin gibi adamları hapse atacak bir ülkemiz olduğu için şanslıyım…”
Fakat bir hafta içinde gönderilmesi gereken ceset yedi ay sonra gönderildiği için otopsi yapılamaz. Dava da reddedilir. 1999 yılında açılan CIA arşivinde yer alan bir belgeyse, örgütün Charles Holman’ın ölümünde Pinochet rejimini motive ettiğini ortaya koyar ve gönderilen ceset de Charles Horman’a ait değildir…
Gerçek Amerikan rüyası işte budur, Ed Horman…
Not: Sosyalizme yürüyen Şili’nin mücadelesine ve bu darbenin sonuçlarına daha çok ilgi duyanlar: 3 bölümlük, tamamen gerçek görüntülerden oluşan “The Battle of Chile” belgeseline bakabilirler. Bana göre, belgesel tarihinin de en iyileri arasında yer alıyor.
Bu haber en son değiştirildi 20 Eylül 2018 12:16 12:16
ABD'de Biden'ın Ukrayna'ya uzun menzilli ATACMS füzelerini kullanma iznini vermesi sonrasında Cumhuriyetçilerden sert tepki geldi.…
15 Temmuz Darbe Girişimi’nin ardından Kızılay’a satışı gerçekleştirilen ve değeri yaklaşık 100 Milyon TL olan…
Eski Almanya Başbakanı Angela Merkel, yeni kitabında Donald Trump’ın baş başa görüşmede Trump’ın kendisine Doğu…
İstifa çağrılarına yanıt veren Sağlık Bakanı Memişoğlu, "Bebeklerimizin ölümüne engel olan bir kişiye niye istifa…
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, yasadışı bahis suçlamasıyla tutuklu olan 5 sosyal medya fenomeni hakkında 1 yıldan…
Sinan Ateş Davası’nda abla Selma Ateş'e yönelik saldırıyı azmettiren Servet Bozkurt'un, Ankara’da iki cinayet işlediği…