Taban kayabilir
Kapitalist dünyanın gelişme aşaması halkasında bulunan bir ülkenin ekonomi politikası da sadece IMF ya da Dünya Bankası gibi ileri ülkeler ajanları tarafından ya da izniyle yapılmakla kalmaz, aynı zamanda ulusal görüntülü politika oluşturma çabaları da, uluslararası sistemin işleyiş dinamikleri dayatmasıyla, güçlülerin çıkarları doğrultusunda belirlenen uluslararası politikalar etrafında şekillenir...
Yatay olarak doğu ile batı arasında, dikey olarak kuzey ile güney arasındaki Türkiye, bu özellikleriyle çok önemli bir konumda olduğu kadar, bir o kadar da çok kaygan bir zeminde konuşlanmış bir ülkedir. Böylesi riskli konumlanmayı daha da riskli hale getiren siyasi olay da, kuzey komşumuzun reel sosyalizmden kapitalist sisteme dönüş yapmış olarak, ülkemizin hilal şeklinde kapitalist-emperyalistler tarafından kuşatılmış olmasıdır. Çok kutuplu gelişmiş kapitalist dünya ile geri bıraktırılmış ülkeler arasındaki Türkiye, adeta güçlü emperyalistlerden kaçış, güçsüzlere emperyalist politika uygulamaya yöneliş pozisyonunda sosyo- kültürel dokusu ile kuzeyden güneye doğru rotasını kırmış bir görüntü sergilemektedir. Batının besleyerek iktidara taşıdığı gerici dinsel eğilimli siyasi yapı, ne hazindir ki çizilen rota üzerinde hızla yol alırken, farkında olamamaktadır ki, üzerinde oyun kurmaya çalıştığı güney ülkeleri de ana emperyalistler tarafından kuşatılmıştır. Aşağıda kısa detayını vermeye çalışacağım bu durum, maalesef, ülke halkını sosyo-ekonomik işgale uğramış vatanda ikinci sınıf vatandaş konumuna dönüştürme eğilimi taşımaktadır.
Gerek ekonomik gerekse sosyal açıdan Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemini anımsatır süreç umalım ülkemizi benzer hazin sona sürüklemesin. Anormal hızla biriken borçlar yanında, üretim ve verimliliğin aynı hızda yükselememesi nedeniyle şimdilik kronik olmakla beraber, her an akut hale dönüşme eğilimi taşıyan derin kriz emperyalizmin etkisinde gelişen siyasi-ekonomik mimari eserdir. Böylesi derin kriz geçmişteki pembe kapitalizm döneminde olmuş olsa idi kısmen daha rahat atlatılabilirdi. Zira kâr oranlarının henüz sıkışmadığı, küreselleşmenin yaygınlaşmadığı ve komünizmi çökertmeye çalıştığı kapitalizm dünyası, sıkışık durumdaki ekonomiye duhul etme amacı gütmeden yardım elini uzatabilirdi. Taşların bağlandığı köpeklerin salındığı günümüzde ise, geçmişten çok farklı olarak, ekonominin içinde bulunduğu duruma dış destek yüksek bedellerle kısmen sağlanabilir. İçinden geçtiğimiz krizden çıkış projesi bağlamında önümüzdeki dönemde elli milyar dolarlık özelleştirme yapılacağı ifadesi, batılı kaynaklardan alınması tasarlanan yardım ve desteğin karşılığında halkın birikimlerinin devrinin dillendirilmesidir. Bu düşünceyi, Varlık Fonu’na çok değerli varlıkların ipotek edilebilir olarak dâhil edilmesi de ülkenin nasıl bir toplumsal birikimin yabancılaştırılması ile karşı karşıya olduğu da desteklemektedir.
Radikal ya da Marksist görüş yanlılarının kapitalist devleti tanımlamaları, çok doğal olarak ana-akım iktisat ve politika öğretisinden çok farklıdır. Ne var ki bu farklılık basit bir ayrışmadan çok, bazı ülkelerin devlet yapılarının yüzünü kime ya da nereye döndüğü ve örtülü şekilde hangi çevrelere “araçsal” işlev sunduğu gibi acı bir nitelemedir. Küreselleşme öncesi dönemlerde ulus-devlet formatında kapitalist ülke hükümetleri arkası emekçilere dönük olarak örtülü şekilde sermaye yanında yer alırdı ve karar ve uygulamalarını sermayenin çıkarını gözeterek gerçekleştirirdi. O kadar ki, emekçilerin bir dizi sendikası ya da konfederasyonu olduğu halde, sermayenin çoğu zaman sesi dahi duyulamayan tek sendika ile yetinmesi, sendikal örgütlenmeye gereksinme duyulmadığının açık göstergesidir. Neden sendikaya ihtiyaç yoktur diye sorguladığımızda, karşımıza tüm zamanlara yayılan özgürlük, eşitlik ve kardeşlik üçlüsünün kurucusu 1789 Fransız İhtilali ya da Devrimi(!) çıkar. Bu üçlü ilkelerin hangi toplumsal sınıfları kapsadığına bir bakalım. Emek ile sermaye ikilisinden kim özgürdür? Emek ile sermaye birbirine eşit midir? Emek ile sermaye birbiriyle kardeş midir? Demek ki, 1648 Westfalia Anlaşması ile ortaya çıkmış olan ulus devletlerin feodalizmden kapitalizme evirilirken sınıflaştığının ve sermaye sınıfının emekçileri dışlayarak, aralarında üvey de olsa, emeğe karşı birleştiklerini, kardeşlik bağı oluşturduğunu göstermektedir. Ulus devlet yapısı içinde sisteme adını veren sermaye, aynı zamanda devlet aygıtını da denetimi altına almıştır. Radikal analistlerin ulusal sermaye hedeflerini gerçekleştirme ajanı devleti olarak gördüğü devlet aygıtını “araçsal” olarak nitelemesi, bu açıdan tarihsel önemi haizdir.
Tarihsel özellikler tarihsel koşullara göre değişiklik gösterir. Küreselleşme çağında da, ulusal devlet yapılarının sermaye ile araçsallık ilişkisi, ulusal ve uluslararası sermayeler kümesinde sermayelerin göreli ağırlığına bağlı olarak değişir ve yeniden yapılanır. Ulusal devletlerin araçsallık işlevi sermaye kümesi içindeki en güçlü sermaye ile belirlenir. Dış sermayeye açık gelişmekte olan devletlerde siyasal erk yüzünü dış sermayeye çevirerek, ulusal kalkınmaya katkı perdelemesi altında dış sermayeye araçsallık işlevi sunar. Bir zamanlar yabancı finans sermayesinin faiz getirisi vergilendirilmezken, yerli finans sermaye faizinin vergilendirilmesi bu ilişkinin tipik örneğidir. Ülkede yabancı sermaye tutarı özellikle de reel yatırım olarak yükseldiğinde, hükümetler kur ya da kâr transferi üzerinde ulusal çıkara göre etkili karar alamazlar. Aynı cümleden olarak, çevresel konumlu gelişmekte olan bir ekonomiye dış sermayenin iktisat araç ve politikaları ile duhulü, ülkenin içinde bulunduğu sıkıntıyı aşmaya yönelik olarak zorunlu olduğunda, ülkeye giren sermayenin davranışı ülke aczinden yararlandığı görüşü ile emperyalist saldırıdır.
Kapitalist dünyanın gelişme aşaması halkasında bulunan bir ülkenin ekonomi politikası da sadece IMF ya da Dünya Bankası gibi ileri ülkeler ajanları tarafından ya da izniyle yapılmakla kalmaz, aynı zamanda ulusal görüntülü politika oluşturma çabaları da, uluslararası sistemin işleyiş dinamikleri dayatmasıyla, güçlülerin çıkarları doğrultusunda belirlenen uluslararası politikalar etrafında şekillenir. Bu zorunluluk, dış kredi mekanizmaları ya da teknoloji aktarım koşulları ile veya doğrudan devletlerin örtülü olarak üst sermayenin araçsallığı misyonu ile sağlanır ve denetlenir. 2000 IMF-Derviş programı, Davos Toplantıları, Dünya Ekonomik Formu görüşmeleri vb emperyalist uygulamaların en açık örneğidir. Aynı şekilde son anda iptal edilen(?) McKinsey anlaşması da aynı alandaki kanıttır.
Yaşadığımız kriz uzun süre ihmal edilen yapısal çarpıklıkların sonucu ise, alınması gereken önlemlerin de Orta Vadeli Program gibi üç yıllık projeksiyonların çok ötesinde, uzun yılları kapsayıcı reel planlama ile olası olduğu halde, bu yola girilmemesi de, uluslararası sermaye gücünün dolaylı şekillendirmesi olarak görülmelidir. Bu konuyu gelecek sefer irdelemek üzere, emperyalizm zulmünden azade günler dilerim!