The Post: Katil Amerika değil, Nixon'muş

Kaan Kavuşan yazdı: The Post: Katil Amerika değil, Nixon'muş

The Post: Katil Amerika değil, Nixon'muş

Mevzubahis Steven Spielberg olunca eleştirmen ve seyircilerin ikiye ayrılmış olduğunu görüyoruz genelde. Ya çok sevilir ya da nefret objesidir, arasına pek rastlamayız. İki tarafın da kendine göre makul sebepleri olduğunun hakkını teslim etmek gerek. Birinci kısmın tezi; Spielberg’in geçmişte çok iyi işler çıkararak birçok sinemacının önünü açtığı, akıcı bir hikâye anlatıcı olduğu ve teknik açıdan vizyonerlik sergilediğidir ki bunu doğru varsayabiliriz. Spielberg gerçekten de 70’lerin sonu ve 80’lerin başında, Hollywood’ta çığır açan ekibin içindedir. Hatta aralarında en etkili olanıdır. Onu şöhrete ulaştıran “Jaws”, “Jurassic Park” ve “E.T.” gibi filmler keyifli seyirlikler olmakla birlikte; daha geç dönem işlerinden “Azınlık Raporu”, “Schindler’in Listesi” ve “Sıkıysa Yakala” gibi filmlerse düpedüz çok iyi filmlerdir.

Ancak Spielberg sinemasının bir de öbür yüzü var. O da kendisinin Amerikan sinema endüstrisinin, canlı tezahürü olması. Ülkesindeki şovenizmi körükleyen “Amerikan değerleri” denen hayali prensipler bütününün, kapitalist düzenin, burjuva aile değerlerinin marka suratı olan Spielberg’in uyguladığı formülleri, Amerikan film endüstrisi o kadar çok yönetmen aracılığıyla ideolojik bir silah olarak kullanmıştır ki, bugün Spielberg sinemasına baktığınızda bir ciddiyetini kaybeden klişeler yumağıyla karşılaşırsınız. Bu hem politik açıdan surat ekşiten hem de seyir zevkini öldüren bir yan etki şüphesiz bugünden bakınca. Klişelerin yerli yerinde kullanılması da sonuç verebilir ancak yönetmenin son filmi “The Post”u bu kategoride değerlendirmek pek mümkün değil. Spielberg’in bu iki yüzünün varlığını hatırlatmak da diyalektik yöntem açısından mühim.

BU BİR GAZETECİLİK HİKAYESİ DEĞİL

Film, kısaca özetlemek gerekirse, Vietnam Savaşı’nda politikacıların Amerikan halkına savaşın gidişatı hakkında yalan söylemesi ve Washington Post gazetesinin de eline geçen belgeleri yayınlayıp yayınlayamayacağının hikayesi. Bu, özünde bir gazetecilik hikayesi değil; patronajın verdiği kararla ilgili bir drama. Örneğin ister istemez bu filmin karşılaştırılacağı Spotlight’a baktığınızda muhabirliğin yüceltilmesini görürsünüz. Aynı senaristin imzasının da bulunduğu “The Post” ise aslan payını patrona veriyor. İşin zor kısmını o haber üzerinde emek harcayan emekçinin değil, riski alanın yaptığını niyaz eden kapitalist hayat görüşüne pek uygun bir eğilim. Ancak bunun dahi daha gerici bir versiyonunu savunuyor aslında; en çok para kaybedecek o olduğuna göre, bütün işi yapan ve anarşizan olduğunu belirten Bagdikian’la değil, patron Kay Graham’la empati yapmamız gerek filme göre. Oysa ki bir şey olursa ikisi de hapse girecek, ikisi de aynı acıları çekecek. Mülkiyete sahip olanın kaybettiği şeylerin, esas empati odağı olması hedeflenmiş.

Spielberg, belli ki Trump döneminin heyecanıyla, nostaljik bir araç kullanılarak “Güzel Amerikamız her zaman vicdanlıydı, karşıt kültür hareketi de vardı, bir şey başaracakları olmadığından ne güzel çeşniydi işte, ancak bu kötü yönetici kısmısı işleri bozdu” fikrini işliyor. Amerikan efsaneleri Eisenhower’ı, Kennedy’i bir cümlede geçiştirerek, bütün kötülükleri -tarihi olarak da günah keçisi olan- Nixon’ın üzerine atıyor. Evet, Nixon belki de ABD başkanları arasında iç siyasette en çok falsosu olan, en diktatörce devlet yönetmeye çalışan başkandı o tarihe kadar. Ancak konu dış politika olduğunda, ABD emperyalizminin çıkarları devreye girer ve her başkan aşağı yukarı aynı derece zararlıdır dünyanın geri kalanı için. Nitekim Vietnam Savaşı’nı başlatan da Nixon değildir aslında.

SAVAŞA DEĞİL, KAYBETMEYE KARŞI

Nixon’ın bu kadar araçsal şekilde kullanılması üzerinden onunla savaşan erdemli Amerikalıları izlerken birkaç şeye dikkat çekmek lazım; örneğin film, Oliver Stone’un Vietnam dramalarının aksine, ana hattıyla Vietnam savaşına ve orada olan bitene karşı değil, sadece savaşın kaybedilmesine ve kamuya yalan söylenmesine karşı. Savaş iyi gidiyor olsaydı, kamuoyunun bir rahatsızlığı olmayacaktı fikrini ediniyoruz. Karşıt kültür protestoları ancak “PEACE”, “NO WAR” tabelalarının sığlığıyla çeşni olarak kullanılmış. Nitekim Merly Streep’in canlandırdığı patron Kay karakteri, “Oğlumu oraya gönderdim, kaybettiğimizi biliyor muydun?” diye soruyor bakan dostuna. Yani esas problemi Vietnam halkına yapılan acımasız saldırı veya savaş ahlâkını bile yerle bir eden ihlaller değil. 2 yıl sonra 13 milyona varacak sayıda Vietnamlının katledilmesi ve Amerika’nın emperyalist emelleri hiç değil. Film, yetkilileri sadece “niye hatanın neresinden dönülse kârdır?” demediniz diye suçluyor ve kaybetmekle suçluyor. Basın da olaya bu bakış açısıyla yaklaşıyor, “Kaybediyormuşuz ve bize haber etmediler… Amerikan evlatları boşuna öldü…” diyor. Vietnam’ın evlatları kimsenin umurunda değil.

Okuduğum birkaç eleştiride bu noktanın es geçildiğini ısrarla gördüm. Basın özgürlüğüne olan özlemimizin eksik okumaya sebep olabileceğini bir kenara yazmamız gerek. Ancak bu özlemli halle beraber, basınımızın üzerinde daha çok baskı olduğunu ve kahraman arıyorsak, Ahmet Şık’ın Kay’den daha kahraman olduğunu görmemiz lazım. Yani bu film, gazetecilerimize örnek olsun diye vaaz edilebilecek bir film de pek değil.

KLİŞELER ARASINDA YÜZERKEN BOĞULDUK

Tekrar yapısal sıkıntıları dönersek, klişe kullanımının Spielberg’in en büyük falsosu olduğunu söylemiştik. Bunu kendi yaratmış olması sebebiyle hoş görenlerden olabilirsiniz ancak o zaman da bundan “Spielberg kendini yenileyemiyor” sonucu çıkar.

Film baştan sona klişe yumağı; hepsini tek tek yazmak zor ancak bir tanesini hatırlatalım: Filmin sonunda gazete bürosunda telefondan mahkemenin verdiği kararın dinlendiği bir sahne var. İzleyenler dikkat etsin, geri sayım yapılan, herkesin nefeslerini tuttuğu, “göktaşı üstümüze mi düşecek, yoksa kahramanlar başarılı mı oldu” temalı film sonlarının başka bir versiyonu. Sahnenin sonundaki ofis içi alkışlarda (burada gazete ofisidir ama NASA ofisi deseniz inanırız) sinirli bir insansanız, üstünüzü paralayabilirsiniz. Ayrıca Merly Streep’in canlandırdığı Kay karakteri yürürken, o hippi kızların ağızları açık, ergen hayranlığını andıran bakışlarla onu izlediği bir sahne de pek bayağı bir klişe ve liberal. Karşıt-kültür hareketinin devrimci olmasa da anti-kapitalist, sistem karşıtı olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla sahne laçka bir dramatik sömürüden ötesi, filmin sınıfsal konumu da belli ediliyor.

Filmin tek iyi yanı gene Kay karakteri üzerinden, kadının toplumdakini yerinin o dönemlerde ne kadar acınası bir durumda olduğunu göstermesi. Örneğin tüm basın patronları, önemli adamlar bir araya geldiğinde, Kay’in kuyruğunu kıstırarak kocalarını çekiştiren, dedikodu yapan kadınlarla birlikte oturmaya gittiği bir sahne var. Ev neredeyse haremlik-selamlık olarak ayrılıyor. Bu gericiliğin vurgusu pek çok başka sahnede de iyi aktarılmış.

Son olarak filmin temponun düzeyi ile ilgili bir problemi olduğunu da söyleyebiliriz. Bir filmin temposu hakkında olumsuz addedilebilecek yegane şey, filmin hızlı veya yavaş olması değil, temposunun sabit kalmasıdır bana göre. Film, politik yanı dışında, başladığı yavaş tempoyla sonuca ulaştığı için, bu anlamda ne benim gibi düşünenleri ne de yüksek tempo tutkunlarını pek memnun etmeyecektir. Başarısız bir filmle karşı karşıyayız. Öveni olacaktır, şimdiden uyaralım.