Tülin Tankut yazdı: Annelerin canı burnunda
Kadının yükümlülüklerinin devlet tarafından üstlenilmesi, birlikte yaşadığı erkekle paylaşılması günümüz koşullarında ütopya gibi görülebilir. Ama kadınlar üzerindeki cinsiyet baskısına karşı mücadelenin yolu da kesin çözüm yolları aramaktan geçer.
Anne kimliğiyle, anneliği bir “zorunluluğa” dönüştürmek kadını baskı altında tutmanın en etkili yoludur. Kadından “ev kadını” ve “anne” rolünün hakkını vermesi beklenir. Din, edebiyat, sanat, günümüzde medya, toplumun anneye yüklediği değerleri yücelterek onu bu değerlerin oluşturduğu cinsiyet rolüne yazgılı kılmada önemli bir rol oynar.
Kadınların kendi yaşamları hakkında karar verirken özgür iradelerini kullanabilmeleri kolay değildir. Hele , doğruluğu su götürür dini gerekçelerle doğum kontrolünün, sezaryenle doğumun, tecavüz sonucu bile olsa istenmeyen gebeliğin sonlandırılmasının önünün kesilmeye çalışıldığı bizim toplumumuzda. Kadının giyim- kuşamı, cinselliği, doğurganlığı, davranışları, tüm yaşamı dine sığınılarak denetim altında tutulmak isteniyorsa bu, kadına başka seçim hakkı bırakmaz.
Ailenin geleceği, kadının yazgısına boyun eğmesine bağlıdır. Yasalarda yer alan kadın- erkek eşitliğine karşın devlet, kadına varlığını/ baskısını din, gelenek, yasa ve koca aracılığıyla duyurur. Bu yüzden ailede kadın erkek eşitliği tam olarak sağlanamaz, eşitsizlik olsa olsa törpülenebilir.
Peki , kadına salt anne oluşu nedeniyle değer verilmesi kabul edilebilir mi? Nerede kaldı yasalardaki kadın erkek eşitliği?!
Hükümetin Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı, sıklıkla “güçlü toplum, güçlü aile, güçlü Türkiye” sözüyle aileye duyulan ihtiyacı vurguluyor. Kendisinden kadının aile içindeki rolünü sorgulamasını bekleyen yok. Nitekim bakanı olduğu hükümet çalışan kadının hamilelik hakları, doğum izni, doğum sonrası ücretsiz izin ve süt izninin artırılması ; okul çağındaki çocukları için anneye her ay parasal destek sağlanması v.b. hizmetleri sürdürmekten kaçınmıyor. Son olarak da seçim rüşveti olarak kamu çalışanı anneye ödenen kreş ücreti artırıldı. Bu iyileştirmelerin kadının “aile bütünlüğü açısından zamanını evine tahsis etmesi” düşünülerek yapıldığını bilmem söylemeye gerek var mı? Siyasi kararlar, kadınların bir birey olarak ihtiyaçlarını karşılama yönünde alınmıyor. Örneğin Anayasa’nın “Ailenin Korunması”na dair 41. Maddesi, kreş için devlete yükümlülük getirmiyor. Gelmiş geçmiş siyasal iktidarlar kadın istihdamını artırma konusunda samimi olsalardı, doğumdan sonra çocuk bakımı için devlet, kadının yükünü hafifletmeye yönelik , öncelikle kreş ve bakımevi gibi hizmetlerin alt yapısını oluştururdu. Bu hükümetse , her seçimde belediyelere kreş ve çocuk bakım evi kurma yükümlülüğü getireceğini vaat ediyor ama arkası gelmiyor. Özel sektörde kreşin önüne 150 kadın işçi barajı dikilmiştir. Çocuk sayısı 150’yi geçerse işveren kreş açar; açmadığı takdirde para cezası verilir, ki o da düşük bir meblâğdır!
Annelerin, genel olarak kadınların, yaşamında yapılan “iyileşmeler” toplumdaki gelişmelere bağlıdır. Ama yinelemekte yarar var; iyileştirmelerin sürekliliğinin garantisi yoktur. Kaldı ki iyileşme de baskının biraz hafifletilmesinden başka bir şey değildir. (“Büyükanneye maaş projesi” nedir? Göz boyama) Ekonomi kötü giderse baskı eskisini aratır kertede hortlayabilir. Nitekim dünyada ve bizde küreselleşme en çok kadınları vurmadı mı? Öyle ki Batı’da “yoksulluk kadınlaştı” tabiri ortaya çıktı. Kadın neden yoksullaşır? Düzenli bir gelirinin olmamasından. İstatistiklerde kadın işsizliği oranı erkekten fazla. İş yaşamına katılması için kadın teşvik görmüyor. Eğitim eksikliği, kadının iş yaşamına katılımını engelliyor. 4+4+4 yasasıyla zorunlu eğitim süresinin kısaltılmasının, çocuk yaşta evliliklerin önünü açacağı, çocuk annelerin sayısını artıracağı belli değil miydi?
Kadın anayasal hakkı olan çalışma hakkını bile kullanamıyor. Uzmanlar bilgi toplumunda “bilgi istihdam ediliyor”, diyedursunlar. Ama erkeklerle aynı eğitimi almış olan kadınlara önerilen ileri teknoloji alanındaki meslekler değil; hemşire, öğretmen, eczacı gibi ev kadınlığının devamı niteliğindeki meslekler. Amaç, kadının bir ayağı evinde olsun. Şantiyede, siyasette ne işi var kadın kısmının, zihniyeti haliyle iş ve ev kıskacında sıkıştırılmış kadınlar tarafından da paylaşılabiliyor. Öte yandan kadının aylık kazancı evdeki bakıcıya ya da özel kreşin aylık masrafına bile yetmeyebiliyor.
Kadınlar evdeki işler ve çocuk bakımı yüzünden çalışma hakkı talep edemiyorlar. Yarı zamanlı, esnek işleri kabullenmek zorunda kalıyorlar. Bir yandan da çocukların ihtiyaçları artıyor; anne yeni sorumluluklar altında bunalıyor. Durumu açıklamak için suça sürüklenen çocuk sayısının yüzde 10 artmış olmasını (2018)belirtmek yeter. “Tam zamanlı anne” tanımı boşuna çıkmış değil. Üstelik annenin eğiticilik görevinde de sorunları bitmiyor. Bilindiği gibi, kentleşmeyle birlikte kadının konumu değişti. Kırsal kesimde anne hem ailenin tüm kullanım maddelerinin üreticisi hem de çocuklarının eğiticisiydi. Derken salça, makarna, turşu v.b kullanım maddelerinin üretimi ev sanayiine geçti. Yeni üretim biçiminin yarattığı toplumsal koşullarda annenin çocuk eğitimindeki rolü yeterli olmamaya başladı. Ama bu sorun, hem çocuğun daha iyi yetişmesi hem de annenin özgürleşmesi için öncelikli olarak , kreş yaşının aşağı çekilmesiyle çözülebilecekken siyasal iktidarların gündeminde yer almıyor.
Öyleyse soralım: Günümüzde kaç kadın anneliğin tadına varabiliyor? Koşullar buna olanak sağlıyor mu? Peki, kaç anne yaşamın kendisi için ne kadar zor olduğunun farkında? Varlıklı kesimdeki anneler bile tedirginlik yaşayabiliyor: performans baskısı altındaki doktorlara kendini teslim etmek, sezaryen mi normal doğum mu, kararını verebilmek, bebek mamasına güven duyup duymama… Annelerin tümünün sorunları sayılamayacak kadar çok. Hizmet yerine öncelikle kârını düşüren kapitalizm aslında hepimizi her konuda tedirgin etmiyor mu?
Ancak bireysel sorunların toplumsal çözümleri olduğunu kavramak yaşamlarımızı değiştirebilir. Bu yüzden de bilinçlenmeye ihtiyaç var. Küresel medya ve onun uzantıları önümüzde önemli bir engel. Toplum olarak özellikle televizyon izlemeye düşkünüz. Medyanın akıl çelen tuzaklarıysa çok çeşitli. Bundan nasıl kurtulabiliriz? Algımızı kendimiz yöneterek . Algı, gerçeğin önüne geçebiliyor çünkü.
Öte yandan ekonomik, toplumsal ve siyasal dönüşümler, aile yapısı üzerinde de değişiklik yaratıyor. Çoğunluğu oluşturan geleneksel çiftler – evli, imam nikahlı, nikahsız birlikte yaşayan- cinsel rollerini benimsemişlerdir. Genç kuşaklar birbirlerinin rollerini üstlenip daha eşitlikçi ilişkiler kurma çabası sergiliyorlar. Erkek ev işi yapıyor, çocuk bakıyor, kadın işe gidiyor. Erkekten beklenen yardım değil, görev paylaşımıdır. Çocuk yetiştirmeyi anneye bırakmaksa, babanın çocuk bakımı sorumluluğunu eşiyle paylaşmasının önünü keser.
Kadının yükümlülüklerinin devlet tarafından üstlenilmesi, birlikte yaşadığı erkekle paylaşılması günümüz koşullarında ütopya gibi görülebilir. Ama kadınlar üzerindeki cinsiyet baskısına karşı mücadelenin yolu da kesin çözüm yolları aramaktan geçer. Kadının ev kadını ve anne olarak emeğine sahip çıkması, emek mücadelesi içinde yerini almasını gerektirir. Mücadelenin sürekliliğinin ve dayanışmanın adresi kadın örgütleridir. Kadın hareketleri emek ve demokrasi güçleriyle bağlarını yeniden güçlendirmeye başladıklarında daha iyi sonuç alınacağı tartışılmaz. Kreş için anne ve babalar sosyal politikaların oluşturulmasını ve kreşin ücretsiz olmasını birlikte talep etmelidirler. Bunun olumlu etkileri hiç kuşkusuz zaman içinde görülecektir.
Anneliğin ve babalığın tam anlamıyla tadına varılacağı “gün”lere!